25 Kasım 2010 Perşembe

Uzaylılara Yerimizi Söylesek mi, Söylemesek mi?



İnsanlığın cevabını en çok merak ettiği soru: Evrende yalnız mıyız?
Ya bir gün bu sorunun cevabının hayır olduğunu öğrenir ve bizden daha akıllı bir uygarlıkla karşılaşırsak…
Ya o uygarlık arkadaş canlısı değilse…
Bilim kurgu filmlerine konu olmuş senaryoları yaşamayacağımız ne malum? 
Hawking’e göre uzaylılarla iletişim kurmak Dünya’ya zarar verebilir
Bilim insanları son zamanlarda Dünyadışı olası canlılara sesimizi duyurup duyurmama konusunda kararsız. Bu konu ünlü astrofizikçi Stephen Hawking tarafından Ağustos’ta yapılan SETIcon kongresinde ortaya atıldı. Hawking’e göre uzaylılarla iletişim kurmak Dünya’ya zarar verebilir.

Kongredekileri ikiye ayıran bu tartışma hakkında çeşitli görüşler var.
SETI’nin eski başkanı John Billingham’a göre bir risk var. Bu yüzden uzaylılarla iletişim kurmaya çalışmamalıyız. SETI Yıldızlararası Mesaj Direktörü Douglas Vakoch ise arkadaş canlısı olmasalar bile, uzaylıların uzak mesafelerden bize zarar vermesinin zor olacağını söylüyor. Hawking’e göre bizimle iletişime geçecek bir medeniyetin, bizden daha köklü ve gelişmiş bir teknolojisi olacaktır. Dolayısıyla insanlığa zarar verecek ya da kaynaklarını yok edecek güce de sahip olacaklardır.
Hawking:
“Bu yüzden varlığımızı belli edecek sinyaller yollamamalıyız”
diyor.

Uzaydan gelen sinyalleri dinleyelim ama sinyal göndermeyelim
Billingham’a göre uzaydan gelen sinyalleri dinlemekte problem yok, ancak uzaya sinyal göndermek sıkıntı yaratabilir. Billingham bu ikilemin çözülmesi için dünya genelinde bir konferans yapılması gerektiğini öne sürüyor. Kanadalı bilim kurgu yazarı Robert Sawyer da küçük bir grup bilim insanının gezegen adına karar almasını uygun bulmayarak, uluslararası platformda karar alınması gerektiğini savunuyor.

Dünyamız zaten yüzyıllardır uzaya sinyal gönderiyor
SETI Enstitü Astronomu Seth Shostak bu tartışmaların gereksiz olabileceğini söylüyor, çünkü dünyamız zaten yüzyıllardır uzaya sinyal gönderiyor. Shostak şöyle diyor:
“Radyo ve televizyon yayınları uzaya elektromanyetik dalgalar sızdırıyor. Bu dalgalar çok güçlü olmamalarına rağmen, gelişmiş bir uygarlık tarafından fark edilmeleri zor olmayacaktır”.

amazon.com’dan bir kitap alıp 60.000 dolar kargo ücreti ödemeye benziyor
Bunların yanı sıra, uzaylıların Dünya’ya neden zarar vermek isteyeceği de ayrı bir soru. Vakoch’a göre onca yol gelmek bile oldukça zahmetli ve enerji gerektiren bir iş iken, bir de Dünya’nın kaynaklarını kendi gezegenlerine taşımak ve bunun için savaşmak oldukça gereksiz. Shostak bu durumu amazon.com’dan bir kitap alıp 60.000 dolar kargo ücreti ödemeye benzetiyor.

Farklı renkli gözler.



İnsanlarda nadir olarak görülen gözlerin farklı renkte olması heterokromi olarak adlandırılıyor. Saça, deriye ve göze rengini veren melanin pigmentinin gözdeki iris tabakasındaki yoğunluğu ve dağılımı göz rengini belirliyor. Kahverengi göz melanin miktarının fazla olması, renkli göz ise melanin miktarının az olması anlamına geliyor. Her iki gözün iris tabakasında melanin yoğunluğu ya da miktarı farklı ise gözler de farklı renklerde oluyor yani heterokromi durumu ortaya çıkıyor. Göz renginin belirlenmesinden sorumlu genlerin anlatımında meydana gelen değişiklikler, Waardenburg sendromu ve benzeri hastalıklar, doğum anındaki ya da yaşamın ileri dönemlerindeki bir travma sonucunda kişilerde heterokromi görülebiliyor. Embriyo gelişimi sırasında iris tabakasındaki pigmentleşmedeki farklılıklar da heterokromiye neden olabiliyor.
Dr. Özlem İkinci

23 Kasım 2010 Salı

Google’da Çalışmak İster miydiniz? Tabiki evet :)


İnternette gezerken yine çok güzel bir habere rastladım ve bunu paylaşmadan edemeyeceğim :) 
Burası dünyanın en büyük şirketlerinden biri olan Google’ın Zürih’teki ofisi…
Ancak ofisten çok büyükler için bir oyun parkını andırıyor. Google çalışanlarının 24 saat emrine amade bir bilardo salonları var…
Bilardo sevmeyenler isterlerse foosball denilen oyunu da oynayabiliyorlar…
Aşağı inerken merdiven de kullanmak neymiş! Google çalışanları çocukluklarını yeniden yaşıyorlar, direkten kayarak aşağı iniyorlar…
İşten mi bunaldılar -ki bu pek mümkün görünmüyor- yüzme havuzunda bir iki kulaç atınca ne stres kalıyor, ne de dert…
Bunlar özel odalar. İçinde masaj koltuğu var. Perdeyi kapatıyorsunuz. o an tamamen onların artık…
Öyle ya koca Google’da çalışıyorlar. Çok yorulmuş olabilirler… Uyku salonuna geçiyorlar. Akvaryuma baka baka uyuyorlar.
Ne zaman mı çalışıyorlar? Bakın hamaktakilerin kucağındaki ne? Lap toplar daima yanlarında…
Toplu çalışmak istemeyenler bu özel çalışma odalarını tercih edebiliyorlar…
Fikir fırtınası yapmak için ne ideal bir yer değil mi?
Bu görüntüler Google’ın ofisinde çok doğal…
Açık büfe yemekler emirlerine amade. Ama eğer onları beğenmiyorlarsa, mutfak da var. İsterlerse kendileri pişirebilirler…
Barları da var tabii…

Kütüphane de hemen göze çarpıyor…
Ama Google çalışanları öyle sabah 9, akşam 6 çalışan insanlar değil.
Her daim fikir üretme peşindeler…
21. Yüz yılda para artık iş gücünden çok beyin gücüyle çalışır hale geldi özellikle de ” internette ” işlerin büyük bir bölümü google botları hallederken fikir fırtınası yaparak her gün yeni şeyler çıkmaya devam ediyor

Neden hep küre şeklinde köpükler oluşuyor neden kare değil

Köpük yapan oyuncaklarda hep küre şeklinde köpükler oluşuyor.
Bunun nedeni üflediğimiz kısmın dairesel olması mı yoksa
daima küresel şekilde köpükler mi elde ederiz?
Bunu cevaplamanın en iyi yolu deney yapmak. Dikdörtgen, üçgen, çember gibi değişik şekillere sokabileceğiniz bir teli basit bir baloncuk üfleme aleti olarak kullanabilirsiniz. Alet hangi şekilde olursa olsun çıkan baloncukların küre şeklini aldığını görebilirsiniz.
Oluşan baloncuk, yüzey enerjisini en aza indirme eğilimindedir ve bu ancak balonun mümkün olan en küçük yüzey alanına sahip şekli almasıyla sağlanır. Küre, balonun içindeki hava hacmi için olabilecek en küçük yüzey alanını sağladığı için de tüm baloncuklar küre şeklini alır.
Sıvının havayla temas ettiği bölge deri gibi gerilmiş bir yüzeyden oluşur. Yüzey gerilimi denen bu gerginlik dengelenmemiş kohezyon kuvvetinden kaynaklanmaktadır. Bir maddenin atomları arasındaki çekme kuvveti olarak tanımlanan kohezyon kuvveti, katılardaki kadar kuvvetli olmasa da sıvı atomları arasında da vardır. Örneğin bir kap sıvının iç kısmında yer alan bir atom, etrafındaki diğer sıvı atomları tarafından her yöne çekilse de yüzeydeki atomlar sadece aşağısında bulunan sıvı atomları tarafından çekilir. Havayla temas ettiği üst kısımda hava moleküllerinin uyguladığı çekme kuvveti ihmal edilecek kadar az olduğu için yüzeyde kuvvet dengesizliği söz konusudur. Bu nedenle yüzey gerilerek bu dengesizliği örtbas etmeye çalışır.
Yer çekimi alanındaki bir topun değişik yüksekliklerde değişik potansiyel enerjiye sahip olması gibi yüzey atomlarının sayısı ve konumları da potansiyel enerji değerini belirler. Termodinamiğin ikinci kanunu gereği tüm cisimler denge konumuna potansiyel enerjinin minimum olduğu durumda gelir. Bu bir kap sıvı, bir su damlacığı, köpükten bir balon için de geçerli. Daha az atomun yüzeyde konumlanmasına olanak vererek yüzey alanını en aza indirgeyen şekil küre şekli olduğu için boşlukta asılı küçük bir sıvı taneciği küre şeklindedir. Aynı sebepten ötürü üflediğiniz köpük de küre şeklini alır. Şimdi su damlacığı damla şeklinde, küre şeklinde değil ki diyebilirsiniz. Aslında yerçekimi kuvveti ve hava direncinin olmadığı bir ortamda küre şeklini alacaktır. Ancak, yer çekimi etkisi altında aşağı doğru çekilip uzadığı ve hava direnci sebebiyle de alt kısmı yassılaştığı için üstte ince alta basık bir damlacık şeklindedir. Köpükten baloncuklar ise içi havayla dolu oldukları için yer çekimi ve hava direnci etkisi birbirini yok eder ve mükemmel bir küre görünümünü korur.
Dr. Zeynep Ünalan

Güneşi Aynadan Gören Köy: Viganella

NASA 2013 güneş fırtınalarına karşı uyarıyor...

NASA 2013 güneş fırtınalarına karşı uyarıyor.
NASA’nın yeni uyarı raporuna göre dev bir güneş fırtınası sonucu enerji kesintileri yaşanacak, GPS devre dışı kalacak, cep telefonları, televizyon ve radyolar çalışmayacak ve Dünya genelinde tedarik zincirleri çökecek.

Bu haber acaba doğru mu?

Bize etkisi fazla olacak mı?

Korunmak için ne yapmamız gerek?

Manyetik alana zarar verebilir mi?


Sorularınıza sırayla cevap verelim. NASA’nın güneş fırtınalarına karşı olan uyarısı ve yaşanabilecek olumsuz olaylar listesi doğru. Bu yılın mayıs ayında NASA’nın bilim haberleri sayfasında çıkan habere aşağıdaki adresten ulaşabilirsiniz.

Elektronik ve iletişim sistemleri etkilenecek – Daha önce yaşandı
İkinci sorunuza gelince güneş fırtınalarının ve patlamalarının Dünya’mızdaki elektronik ve iletişim sistemlerine etkisi olduğu biliniyor. Geçmişte güneş patlamaları nedeniyle, milyonlarca insanın saatlerce elektriksiz kalması, Dünya-uydu bağlantısının kısa süreliğine kopması gibi olaylar yaşanmış.

Radyasyona karşı atmosfer kalkan gibi koruyacak
Ancak “bize etkisi fazla mı?” derken güneş patlamaları sırasında artan radyasyona maruz kalmadan dolayı insan sağlığına olabilecek etkileri kastediyorsanız neyse ki Dünya’nın manyetik alanı ve atmosferi bizi bir kalkan gibi koruyor. Bu kalkanın dışındaki astronotlar ve atmosferin koruyucu etkisinin az olduğu yükseklerde çalışan pilotlar için radyasyonun kanser riskini arttırdığı biliniyor.

Sağlık sorunlar: Migren, gerginlik ve yorgunluk hissi
Bir de güneş fırtınaları sırasında gergin ve yorgun hissedebileceğimiz söyleniyor. Hatta bazı kişilerde migreni tetikleyebileceği bile söyleniyor. Ancak bu konuda bir genelleme yapılamayacağı da belirtiliyor.  
Şiddetli patlamalarla proton, elektron, helyum çekirdeği gibi parçacıklar saniyede 1000 km gibi bir hızla fırlayarak Dünya’mıza kadar geliyor
Güneşten gelen ışınların spektrumu sadece görünür ışığı değil, kızılaltı, mor ötesi ve X ışınlarını da içeriyor. X ışını ve radyo teleskoplarıyla izlenebilen bu ışınlar dışında güneş fırtınalarında yüksek enerjili parçacık ve iyonlar da var. Güneşin korona adı verilen dış katmanında aniden gelişen şiddetli patlamalarla proton, elektron, helyum çekirdeği gibi parçacıklar saniyede 1000 km gibi bir hızla fırlayarak Dünya’mıza kadar geliyor. Koronel Kütle Atılımı (coronal mass emissions -CME) adı verilen ve atmosferimize kutuplardan giren bu parçacıklar Dünya’nın manyetik alan çizgileri boyunca ilerliyor ve yolu üzerindeki parçacıklarla çarpışarak ışımaya neden oluyor. Aurora olarak bildiğimiz bu ilginç ışık gösterisine daha çok İsveç, Norveç gibi kutuplara yakın ülkelerde rastlanırken, güneş patlamalarının çok kuvvetli olması durumunda bu parçacıklar aşağı enlemlere kadar inebiliyor. Bu iletimde elektrik hatlarının da payı var. Modern elektrik şebekeleri daha yüksek verim sağlamak, güç kaybını önlemek amacıyla yüksek voltajda çalışacak şekilde tasarlanıyorlar. Ancak yüksek voltaj, sistemin daha etkin bir anten gibi davranıp Güneş’ten gelen yüksek enerjili parçacıkları daha kolay çekmesine yol açıyor. Uzak mesafelere elektrik taşıyan hatlarda alternatif akım kullanılırken sisteme çekilen bu parçacıklar teller boyunca doğru akım meydana getiriyor. Akımdan doğan manyetik alansa transformatörün manyetik çekirdeğinin yanmasına kadar varan ciddi sonuçlar doğurabiliyor.  13 Mart 1989’da Kanada’nın Quebec eyaletinde tam da bu olay yaşanmış ve milyonlarca insan 9 saat süreyle karanlıkta kalmıştı.

Hastane, hava trafiği, güvenlik sistemleri, bankalar….
Tabii evde kullandığımız elektrikli aletler de güneş fırtınalarından etkilenebilir. İleri teknolojinin kullanıldığı birçok cihazın devre dışı kalması ihtimal dâhilinde. Hastane ekipmanı, hava trafiği kontrol cihazları düşünülünce güneş patlamalarının direk insan hayatını tehdit edebileceği, güvenlik sistemleri, bankalar düşünüldüğünde mali zararlara yol açabileceği daha net ortaya çıkıyor.

Uydu iletişimi sekteye uğrayabilir
Elektrik şebekeleri kadar uydu sistemlerine bağlı sistemler de güneş patlamalarından etkilenebiliyor. Güneşteki hareketlilik iyonosferin yoğunluğunda ani değişime ve ısınmaya yol açarak Dünya-uydu iletişimini sekteye uğratabiliyor. 
Korunmak için ne yapmamız gerek?
Bilgisayarsız kalmamak için UPS (Kesintisiz güçkaynağı) alın... J)
Bütün bunlar bizi üçüncü sorunuzun cevabına getiriyor. Korunmak için ne yapmamız gerek? Yukarıdaki örneklerden de görüldüğü gibi kişisel önlemlerle güneş patlamalarının etkilerinden korunmak pek mümkün değil. Yine de bilgisayarınızda UPS (uninterruptible power supply, kesintisiz güç kaynağı) kullanarak en azından bilgisayarınızı ani elektrik kesintilerinden korumaya çalışabilirsiniz.

Güneş patlamaları manyetik alana zarar verebilir mi?
Sorunuzdan hareketle bu patlamalar Dünya’nın manyetik alanını nasıl etkiliyor ona bakalım. Koronal kütle atılımı Dünya’ya ulaştığında, jeomanyetik alan şekil değiştiriyor. Dünyamızı bir balon gibi saran magnetosfer Güneş’in manyetik alan çizgileriyle birleşiyor. Magnetosfer sarsılıyor, basıklaşıyor ve titreşiyor. Uzmanların jeomanyetik fırtına dedikleri bu şekil değişimi öylece kalmıyor. Esnek bir kalkan gibi olan magnetosfer kısa sürede eski halini alıyor. Bu süre boyunca Güneş’ten gelen ışın ve parçacık rüzgârı kalkanın etrafından ilerliyor. Ancak geçtiğimiz yıllarda, Dünya-Güneş ortak manyetik portalına ait verileri inceleyen bilim insanları portalın kısa süreliğine de olsa kutuplarda açıldığını ve Güneş’ten gelen parçacıkların bu aralıktan sızdığını ortaya koyuyor. Neyse ki açıklık kısa sürede tekrar kapanıyor.

Güneş’teki hareketliliğin artması, 2013 de zirveye çıkması bekleniyor
Bu uyarının niye 2013 yılına dair olduğuna gelince bilim insanları sayıları belli aralıklarla artıp azalan güneş lekelerini de göz önünde bulundurarak Güneş’teki hareketliliği 11 yıllık devrelere bölmüşler. 23. Güneş devrimi 1996’da başlıyor ve 2007’de bitiyor. İçinde bulunduğumuz 24. Güneş devriminin ilk birkaç yılından sonra Güneş’teki hareketliliğin artması, 2013 de zirveye çıkması bekleniyor.
Dr. Zeynep Ünalan 

13 Kasım 2010 Cumartesi

Süper Buluşlar...

[1] Bladeless Fan
 Dyson fans use Air Multiplier technology to draw in air and amplify it. With no blades or grille, they are safe and easy to clean.
  
  
[2] Two Way Toothpaste 
Two way toothpaste is ideal for those who get angry with their partner for squeezing the toothpaste from the front.  
  
 
[3] Infinite USB

Innovative USB plug designed to act as a USB hub when plugged in. 
  

  
[4] Sixpack Bottle Carrier 

It can safely transport up to six beer, soft drink, or water bottles.


  

[5] Greenbo Rail Planter 
Simply place your Greenbo planter on your railing, deck or fence. State of the art unique design assures its secure fit and stability.
  
 

[6] Innovative Sewing Needle 
With a bit of pressure, the loop eye of Big Eye Needle expands to the size of a button hole -
 making threading a cinch!  
  


[7] Butter Stick 
Butter on a stick from Japan will make
a great addition to any kitchen

  
 

[8] Upstanding Toothbrush 
When the toothbrush is set down, it will sway momentarily until it reaches a balanced position - just like a tumble doll.

Bakır Metabolizmasının Sırrı

 Bakır eksikliğinin yol açtığı hastalıklar yıkıcı olabiliyor
Bakır eksikliğinden kaynaklanan Menkes hastalığındaki nörolojik dejenerasyon nedeniyle felç, kırılgan kemikler, kansızlık ve kusurlu deri pigmentasyonu gibi belirtiler görülüyor.

Maalesef vücudun bu temel besini nasıl kullandığı hakkında çok az şey biliniyor
Saça, deriye ve göze rengini veren melanosit hücrelerinin bakır eksikliğinden etkilendiği biliniyor.

Hücrelerin, bakırı nasıl metabolize ettiğini bulmayı amaçladıkları çalışmalar
Edinburgh Üniversitesi’nden Elizabeth Patton ile İngiltere’deki ve Amerika’daki laboratuvarlardan bazı meslektaşları melanosit hücrelerinin bakırı nasıl metabolize ettiğini bulmayı amaçladıkları çalışmalarının sonuçlarını Disease Models and Mechanisms dergisinin Ağustos sayısında yayımladı. Patton, melanositlerin nasıl geliştiğini ve bu hücrelerin deri kanserinin ölümcül bir türü olan malin melanomaya nasıl sebebiyet verdiğini anlamak için zebra balığını kullanmış. Zebra balığı, memeliler ve daha basit canlılar arasında bir ara organizma olduğundan araştırmalarda, özellikle de kalıtsal hastalıklarla ilgili çalışmalarda her zaman kullanılıyor. Test ettiği bileşiklerin zebra balığında malin melanomanın belirtilerini önleyeceği umudunu taşırken, zebra balığının karakteristik çizgi deseninin kaybolmasına sebep olan maddeyi bulması Patton için büyük bir sürpriz oluyor. Balığın çizgilerinin neden kaybolduğunu bulmaya çalışırken ABD’deki Vanderbilt Üniversitesi’nden bakır eksikliği uzmanı Jonathan Gitlin ile yollarının kesişmesi, bu olayın da bakır eksikliğinden kaynakladığını ortaya çıkarıyor.
Patton ve Gitlin bakır eksikliğindeki moleküler mekanizmayı anlamak için Edinburgh Üniversitesi’nden Mike Tyer ile bir ekip oluşturarak mükemmel bir yöntem geliştirdi. Ekip önce zebra balığının çizgilerinin kaybolmasına neden olan ve bakır eksikliğinin göstergesi olan bileşiği belirleyip sonra her bileşiği maya hücrelerine uygulayarak bileşiklerin hedefi olan genleri tanımladı. Patton mayadaki, zebra balığındaki ve insandaki bakır metabolizmasını kontrol eden genlerin birçoğunun çok benzer olduğunu söylüyor.
Bu yüzden bu çalışmanın, yeni tanımlanan genler sayesinde bazı insanların bakır eksikliğine neden daha yatkın olduklarının anlaşılmasını sağlayacağı düşünülüyor. Bu araştırma bakır eksikliği çalışmaları için zebra balığı ve maya yaklaşımının yararını gösteriyor. Bu yaklaşımın aynı zamanda bir çevre bileşeni ile birlikte birden fazla nedeni olan karmaşık hastalıkların araştırılmasına da uygulanabileceği düşünülmekte. Bu yöntemi, belirtileri deri anomalilerinden kalp sorunlarına kadar değişen, nadir görülen bir genetik hastalığın araştırmasına da uygulamayı umut eden Patton, burada yeni olarak gen ve çevre ilişkisini araştırabileceklerini ekliyor.

Zevkten bağımlılığa... Alışkanlığın anatomisi...

Alışkanlık önce beyne yerleşiyor, sonra insanı esir alıyor...
Zevkten bağımlılığa...
ALIŞKANLIĞIN ANATOMİSİ

………….

Baz insanlar neden bağımlılığa karşı daha yatkın?
Bağımlılığa olan yatkınlığın bazı insanlarda di­ğerlerine göre neden daha çok oldu­ğu konusunda kesin sonuçlara varıla­bilmiş değil. Bazıları madde bağımlı­lığının nedenlerini sadece biyolojik etkenler, sosyal çevrenin etkisi ve ha­yat tecrübesi ile sınırlamanın müm­kün olmadığını savunuyorlar. Onlara göre bağımlılıkta başka faktörleri de göz önüne almak gerekiyor.

Bağımlılar ve bağımlı olmayanların beyin aktiviteleri farklı
Bağımlılar ve bağımlı olmayanlar arasında yapılan araştırmalarda, bu kişilerin beyin aktivitelerinde farklı­lıklar olduğu görülüyor. Bağımlıları­nın beyin tomografilerinde, beynin karar vermeye yarayan ve mükafat­landırılacak davranışlarda bulunmaya yönelten "orbitofrontal korteks"indeki nöral aktivitelerin çok daha fazla olduğu saptanıyor. Korteksteki bu anormal haraket ile bağımlılığa yat­kınlık arasındaki ilişki kesinleşirse, beyinlerinin bu tabakası oldukça ha­reketli olan kişilere zamanında mü­dahale edilecek ve bu insanlar uyuş­turuculardan uzak tutulabilecekler.
Ancak, bu yönde şu anda atılabile­cek bir adım yok... Bunun yapılama­masının nedeni de, insanların "ben böyle yaratılmışım" deyip testlerden kaçması, ya da hükümetlerin "değerli paralan neden işe yaramayan genlere ve ve beyin kimyasına harcayalım" demesi değil... Asıl neden, henüz be­yin ile alışkanlıklara yatkınlık arasın­daki bağlantının tam ve kesin olarak ortaya koyulamamış olması... 

Olaya psikiyatri açısından yaklaşı­lınca da ortaya daha değişik sonuçlar çıkıyor
Kokain bağımlılarında görü­len antisosyal davranışlar, depresyon ve paranoya belirtileri, ruh hali ile bağımlılık arasında bir bağlantı olabi­leceğini ortaya koyuyor. Bu olumsuz ruh halinin, uyuşturucunun bir sonu­cu mu, yoksa nedeni mi olduğu hâlâ tartışılıyor. Biyokimyagerler, kronik alkoliklerin beyinlerindeki bazı mo­lekül, ya da reseptörlerin son derece az sayıda olduğunu saptıyorlar. An­cak, bu durumun da alkolik olma ne­deni mi, yoksa alkolik olduktan sonra vücudun biyolojik bir adaptasyonu mu olduğu kesin olarak belirlenemi­yor. Bir sosyologun raporunda belirt­tiği gibi, yakın zamanda işlerini kaybeden kişilerde görülen yüksek dü­zeyde uyuşturucu bağımlılığının, işi kaybetmenin bir nedeni mi, yoksa bir sonucu mu olduğu da kesinlik kazan­mış değil. Kısacası, bu neden-sonuç ilişkileri arasındaki karmaşıklık kesin sonuçlara varılmasına engel oluyor.

Ba­ğımlılık ile ilişkili olan genler var mı?
Neden-sonuç ilişkisine açıklık ge­tirmenin yollarından bir tanesi, ba­ğımlılık ile ilişkili olan genleri ara­mak... Uyuşturucu almak, beynin kimyasını ve kişiliği değiştirebiliyor; ancak genetik yapıyı etkileyemiyor. İşte burada, araştırmacılar başka bü­yük sorunlarla karşı karşıya kalıyor­lar.  İlk olarak, bağımlılık davranışını tanımlamaları gerekiyor. Günde bir şişe viski içen biri ile haftada iki kez içki içen birinin problemleri birbiri ile aynı mı? Beslenmenin ve değişik genlerin önemli birer etken oluştur­duğu insan doğası ile bağımlılık ara­sında ne gibi bir bağlantı var? Araş­tırmacılar, artık karanlık bir yaşam hikayesi, ya da kötü sosyal şartlar gi­bi senelerdir öne sürülen nedenlerden kurtulup, bunların yerine geçebilecek olan genetik sinyalleri ortaya çıkar­mak istiyorlar...

"alkol geni" olarak adlandırılan gen hakkındaki spekülasyonlar ise halen devam edi­yor
Bulunduğu andan itibaren büyük tartışmalara yol açan ve "alkol geni" olarak adlandırılan gen hakkındaki spekülasyonlar ise halen devam edi­yor. Bundan 5 yıl kadar önce, San Antonio'daki Teksas Üniversitesi'ndeki farmokolojist Ken Blum ve meslektaşları, alkolizm ile bağlantılı olan ilk geni bulduklarını açıklamış­lardı. "Al allele" olarak adlandırılan bu gen, bazı insanları alkole karşı normalde olabileceklerinden daha korumasız hale getiriyordu. En azın­dan araştırmacılar öyle olduğunu söylüyorlardı.

"Al allele" geni sadece al­kolizme değil daha başka alışkanlıklara da neden olabilir mi?
O günden beri, konu ile ilgili görüş bildirenlerin ağızları hiç kapanmadı. Alkolizm gibi karmaşık bir davranış biçiminde tek bir gen nasıl böyle önemli bir rol oynayabiliyordu? Karşı görüşte olanların oluşturdukları ta­kımlar, Blum'un takımına karşı öyle bir savaş açtılar ki, sonunda Blum ve arkadaşları kendilerini kumda kale­ler inşa etmekle suçlanmış bul­dular. Ancak, bu onları yıl­dırmadı, daha taze ve daha inandırıcı kanıtlar bul­mak için çalışmalara de­vam ettiler. Şimdi ise tezlerine yeni boyutlar getiriyorlar; Blum, "Al allele" geninin sadece al­kolizme değil, crack, eroin, Tourettc's sendromu, kumara düşkünlük gibi di­ğer alışkanlıklara da neden olduğu görüşünü ortaya atıp savunmaya çalı­şıyor.

Ameri­kan kızılderilerinde oldukça fazla gö­rülen bu genin en düşük olduğu grup Museviler...
Blum'a göre, eğer "Al allele" geni taşıyorsa, kişinin hayatı boyunca bir maddeye bağımlı olma ihtimali yüzde 75... Şaşırtıcı iddialardan bir başkası da, "Al allele" geninin varlı­ğının bir etnik gruptan diğerine farklı­lık göstermesi... Blum'a göre, Ameri­kan kızılderilerinde oldukça fazla gö­rülen bu genin en düşük olduğu grup Museviler...

Tüm bu savlar, diğer araştırma­cılar tarafından kuşkuyla karşılanı­yor
İşleri arasında birkaç kadeh içki içmeden duramayan bir yönetici ile, kötü bir geçmişe sahip ve sokakta yaşayan 16 yaşındaki uyuşturucu ba­ğımlısı arasında hiç fark yok mu? Kumarbaz biriyle porno bağımlısını aynı biyolojik spektruma koyabil­mek mümkün mü? Tüm bunlara rağ­men, Blum'un tarafından olanlar da yok değil elbette... Sadece geçtiğimiz sene Japonya. Fransa ve Finlandiya'daki bazı ekipler, "Al allele" geni ile bağımlılıklar arasında ilişkiler saptadıklarını belirttiler. İki karşıt grup arasındaki çatışma, şu anda bir çıkmaza girmiş durumda. Çünkü, hiç kimse bir kontrol grubunun nasıl olması konusunda görüş birliğine va­rabilmiş değil. Ayrıca, alkolizmin sı­nırlarının nasıl tespit edileceği konu­su da halen tartışılıyor. Acaba alko­lik olarak sınıflandırılabilmek için günde kaç şişe şarap içmek gereki­yor; bir mi, iki mi, yoksa üç mü? Kontrol grubundan alkolikleri ve di­ğer madde bağımlılarım çıkarmak mı gerekiyor? Bu sorular tüm genetikçi­leri birbirine düşürüyor. 

Bazı biyolojik reaksiyonlarda, kalıtımın etkili olduğu görüşü genel bir kanı
Araştırmacıların çoğu uyuşturu­culara olan biyolojik reaksiyonları­mızın bazılarının kalıtımsal olduğu görüşünde birleşiyorlar. Londra'daki Üniversite Koleji'nde genetikçi olan Hugh Gurling. "Bardağı insanın ağ­zına doğru götüren bir gen olamaz, bunu ancak kalıtımsal özellikler ba­şarabilir" diyor. Alkolün kana karış­ma hızının kalıtımsal olabileceği yö­nünde bazı kanıtlar var. Hatta, bir araştırma, alkolik akrabaları olan bi­rinin vücudunun etkilenmesinin, al­kolik akrabası olmayan birinden da­ha az olduğunu ortaya koymuş.
Evlatlıklar üzerinde yapılan araştırmaların sonuçlarını da gözardı et­memek gerekiyor. 1980'lerde, araş­tırmacılar, biyolojik aileleri alkolik olup evlat edinilmiş erkeklerin yüzde 62'sinin alkolik olduğunu ortaya koymuş. Hatta, bunlardan bazılarını evlat edinen ailelerin yeşilaycı olma­ları bile sonucu değiştirmemiş. Buna karşılık olarak, kontrol grubundaki­lerin sadece yüzde 24'ünün alkolik olduğu gözlemlenmiş.

Peki, risk taşıyanları tahmin etme­miz mümkün mü?
St. Louis'deki Washington Üniversilesi'nde psiki­yatrisi olan C. Robert Goninger'e gö­re bunu bir derecede başarmak müm­kün. Ona göre, farklı kişiliklere uy­gun olan iki çeşit alkolizm var. Bu konu ile ilgili kanıtlar, testlerden ve özel görüşmelerde elde edilmiş. Buna göre, 2. tip alkolikler -aşırı bağımlı­lar- genelde dünyayı umursamayan, kendilerine zarar verebilen ve antisosyal insanlar. Bunun tam tersine 1. tip alkoliklere "problem alkolikleri" de­niliyor. Bunlar, genelde dikkatli, kor­kak ve sürekli toplum tarafından ka­bul edilmek isteyen insanlar. Cloninger'e göre bu özellikleri kişi daha 10 yaşındayken bile belirleyebilmek mümkün...

Uyuşturucudan veya alkol­den kaçmaya çalışmak bile bağım­lılığın bir parçası
Uyuşturucuyu cazip kılan özellik­lerin başında, bu maddelerin insan­larda oluşturduğu müthiş etkiler geli­yor. 10 yıl kadar önce, insanlara uyuşturucuları bıraktırmayan şeyin, fiziksel olarak zayıf düşecekleri kor­kusu olduğu düşünülüyordu. Örne­ğin, eroin bağımlılığında bu durum kendini gribe benzer etkiler, alkolde ise karşı koyamama ve çeşitli nöbet­ler şeklinde kendini gösteriyordu. Kokainde böyle belirtiler görünme­diği için, bu uyuşturucunun bağımlı­lık yapıp yapmadığı hakkında bile şüpheye düşüldü. Ancak zaman değişti; artık uyuşturucudan veya alkol­den kaçmaya çalışmanın bile bağım­lılığın bir parçası olduğu, kendini aşırı derecede zinde hissetme isteği­nin de, bağımlılığın bir parçası oldu­ğu biliniyor.

Hayattan daha fazla zevk alabilmemizi, hiç sıkılma­dan sürekli seks yapıp, yemek yiye­bilmemizi, madde bağımlısı olarak ödüyoruz...
Şimdiki çalışmalar, bağımlılık ya­pan maddelerin, beynin "mükafat" sistemi ile nasıl bir ilişkide olduğu konusunda... Kokain, eroin, nikotin ve alkolün, beynin nöron (sinir hüc­resi) ve nörotransmitterlerinde farklı etkiler bırakıyor. Ancak, hepsinin or­tak olarak oluşturduğu güçlü bir etki var; bunların hepsi, beyindeki bazı nöral yolları zorlayarak seks, annelik ve yemeyi son derece zevkli ve tekrar edilmesi gereken şeyler haline getiriyorlar. Kısacası, hayattan daha fazla zevk alabilmemizi, hiç sıkılma­dan sürekli seks yapıp, yemek yiye­bilmemizi, madde bağımlısı olarak ödüyoruz...

Beynimizin rahat­laması bize mutluluk ve zevk veriyor
Son araştırmalar, kokain, alkol, ni­kotin ve uyku haplarının beynin metabolik aktivitesini yüzde 10 ile 15 arasında azalttığını ortaya koydu. Bu­radaki mesaja göre, beynimizin rahat­laması bize mutluluk ve zevk veriyor. İnsanlardaki değişiklik ile kendini zinde hissetme arasında da sıkı bir bağ olduğu biliniyor. Bağımlılıkla il­gili araştırmalar, kokain, eroin ve al­kol gibi bağımlılık yapan maddelerin nöral fonksiyonlarda uzun süreli deği­şiklikler yaptığını ortaya koyuyor. Örneğin, kokainin ilk başlarda verdiği yoğun zevk bir süre sonra azaldığı halde, vücut daha fazla kokain için kıvranmaya devam ediyor.

"onları hatırlatan herşeyden uzak durmak"
Bağımlılık yapan maddelerden kurtulmanın en iyi yollarından biri­nin "onları hatırlatan herşeyden uzak durmak" olduğu görüşü oldukça yaygın. Eski bir uyuşturucu hastasını es­kiden uyuşturucu kullandığı sokak köşelerine götürdüğünüzde onda olu­şacak tepki, isteğe bağlı olarak geli­şen bir mide ağrısı oluyor. Viet­nam'dayken aylarca eroin kullanan Amerikan askerleri, yurtlarına dön­düklerinde, uyuşturucu kullandıkları ortamlardan uzak oldukları için ko­layca bu illetten vazgeçebilmişler. Çünkü, uyuşturucu denince akılları­na sadece Saigon sokakları ve barları geliyordu. Bu ipuçlarıyla Amerika'da karşılaşmayan askerler, ülkelerinde eroini kolayca bırakabilmişlerdi.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Mars’a Yolculuk Hayal mi?


Uzun süre yerçekimsiz ortamda kalmanın zararları
Gerçekleştirilen güncel bir çalışma uzun süre yerçekimsiz ortamda kalmanın kas dokusunu zedelediği ve fiziksel kapasiteyi %40’dan fazla azalttığını gösteriyor.
Bir tarafta dünyamız giderek kirlenirken diğer tarafta küresel ısınmanın da etkisiyle sınırlı temiz su kaynakları giderek azalıyor. Bazı bilim insanlarının öngörüsüne göre çok uzak olmayan bir zaman diliminde temiz su kaynakları tamamen yok olabilir ve bu da bütün insanlık için büyük bir felaket olur. İşte bu tür endişelerden dolayı, bilimkurgu filmlerinden de pek çoğumuzun aşina olduğu şekliyle, şayet yarın bir gün dünyamız artık insan ırkı için yaşanılamaz bir yer haline gelirse, buna hazırlıklı olmak adına başta NASA olmak üzere bir takım kurum ve kuruluşlar dünya dışı yaşam konularını araştırıyor. Bir aralar Ay’da yaşam popülerdi. Şimdilerde ise Mars’a yolculuk ve orada yaşam konusu ele alınmaya başlandı.

NASA, insansız araçları Mars’a göndermeyi başarmış durumda
Hatta Mars yüzeyinde toprak analizleri bile yapılmaya başlandı. İnsanlı Mars görevi için ise en büyük engel bu kadar uzun ve zahmetli olacak yolculuk için astronotların sağlığını korumak ve sağ salim geri dönmelerini sağlamak. Dünya dışı yaşam ve bunun insan sağlığı üzerine etkileri uzunca bir süredir Uluslararası Uzay İstasyonu’nda (ISS) çalışma yapan ülkeler tarafından araştırma konusu. Astronotlar her bir görevde uzay istasyonunda ortalama olarak 6 ay geçiriyorlar ve bu, yerçekimsiz ortamın insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerinin görülebilmesi için yeterli bir süre.

Astronotların sağlığı ve dolayısıyla görevin başarısı için büyük tehdit
Yerçekimsiz ortam başta kas ve kemik dokusu olmak üzere kardiyovasküler sistem üzerinde birtakım olumsuz etkilere sahip. Bu da astronotların sağlığı ve dolayısıyla görevin başarısı için büyük tehdit oluşturuyor. Bu zararı önlemeye yönelik araştırmalar devam etmekle birlikte şimdiye kadar geliştirilebilen en önemli yöntem, yüksek direnç ve dayanıklılık içeren fiziksel egzersiz ve aerobik programlarının uygulanması.

Yapılan egzersizlere rağmen astronotların önemli ölçüde kas kaybına uğruyor
Buna karşın NASA sponsorluğunda gerçekleştirilen ve sonuçları 2009 yılında The Journal of Applied Physiology’da yayımlanan bir çalışma, yapılan egzersizlere rağmen astronotların önemli ölçüde kas kaybına uğradıklarını bulgulamış. Zaten NASA da bunun farkında ve 2008 yılı Kasım ayında Gelişmiş Dayanıklılık Egzersiz Cihazı (ARED) adındaki bir aleti Uluslararası Uzay İstasyonu’nda işlevsel hale getirdi. Bu alet astronotların daha yüksek direnç ve güç isteyen egzersizler yapmasına imkân veriyor. Egzersiz programları herkes için aynı olmayıp her bir astronot için kendi vücut yapılarına uygun şekilde özel olarak tasarlanıyor. 
Mars’a ulaşmak yaklaşık olarak 10 aylık bir süre gerektiriyor
Sonuçları önümüzdeki Eylül ayında Journal of Physiology’de yayımlanacak olan güncel bir çalışma ise, daha öncekilerden farklı olarak, uzun süreli yerçekimsiz ortamın kas dokusu üzerindeki etkilerini ilk defa “hücresel” düzeyde inceleyen bilimsel çalışma olması sebebiyle dikkatleri üzerine çekiyor. Marquette Üniversitesi’nden (Milwaukee, Wisconsin) Robert Fitts liderliğinde gerçekleştirilen bu çalışmada Uluslararası Uzay İstasyonu’nda (ISS) geçirilen 180 günlük sürenin öncesinde ve sonrasında astronot ve kozmonotların baldırlarından biyopsiler alınıp incelendi. Yapılan analiz sonucunda incelenen kas gruplarında önemli ölçüde fiber kütle ve güç kaybı olduğu görüldü. Bu kayıp, fiziksel kapasitede % 40’dan daha fazla bir oranda düşüşe karşılık geliyor. Bir diğer ifadeyle bu durum 30-50 yaş aralığında olan bir kişinin 80 yaşındaki birisinin kas dokusuna sahip olması demek. Mevcut teknolojilerle Mars’a ulaşmak yaklaşık olarak 10 aylık bir süre gerektiriyor.
Orada araştırmalar için geçecek süreyle birlikte Mars yolculuklarının toplam 3 yıllık bir süreyi kapsaması planlanıyor. Bu da oldukça uzun sayılabilecek bir süre. Bu kadar büyük kas kaybı astronotların çok çabuk yorulacakları ve mekik içindeki gündelik aktivitelerini bile yerine getirmekte zorlanacakları anlamına geliyor.

İnsanlı Mars yolculukları tehlikede gözüküyor
Bu da özellikle Mars yolculukları gibi uzun süre gerektirecek uzay yolculukları açısından önemli bir güvenlik sorunu demek. Bu bulgular, kas ve kemik dokusu sağlığını korumak amacıyla astronotların takip ettikleri egzersiz programının yeterli olmadığını ve bu programın geliştirilmesi gerektiğini ortaya koyuyor.
Eğer bu yıkıcı boyuttaki kas zararını önlemeye yönelik bir yol bulunamazsa, gelecekte yapılması planlanan insanlı Mars yolculukları tehlikede gözüküyor.