29 Ekim 2010 Cuma
Adriana Lima Victoria's Secret Holiday Kataloğunda
Cumhuriyetimiz 87 Yaşında..
Kurtuluş Savaşı ulusal bağımsızlık yanında ulus egemenliğini de açık bir biçimde ortaya koyduğu için Padişah daha başından beri milliyetçilerin amansız düşmanı kesilmişti. M. Kemal Paşa Padişah'ın ihanetini bildiği halde, henüz zamanı olmadığı için Padişah'ı hedef almadı. Genç subaylık yıllarından beri inandığı ve Erzurum'da Mazhar Müfit'e not ettirdiği "Cumhuriyet" inancını "Ulusal bir sır" olarak sakladı. Kurtuluş Savaşı içinde "Cumhuriyetçi" bir düşünceyi ortaya atmak, iç parçalanmaya yol açacağı için bu yola gitmedi. Hatta Sivas Kongresi sırasında "Cumhuriyet" ilan edelim önerilerini red etmişti. Fakat Kurtuluş Savaşı'nın Başkomutanı, Türk Ulusu'nun kurtarıcısı M. Kemal, Türkiye'nin siyasal yapısını değiştirmenin ilk adımını Saltanat'ın kaldırılmasını sağlamakla attı. Saltanat'ın kaldırılışına en yakın arkadaşları bile karşı çıkmışlardı. Meclis'te tutucu kanat direndiyse de, M. Kemal Paşa'nın kararlı ve sert tutumu sonucu Saltanat'ın kaldırılışı sağlandı. Fakat onun bu sert tutumu endişe doğurdu. Bunun bir başlangıç olduğunu görenler çeşitli yöntemlerle M. Kemal Paşa'yı engellemeye çalıştılar.
2 Aralık 1922'de Meclis'e muhalif grup tarafından bir öneri verildi. "İntihab-ı Mebusan Kanunu"nda değişiklik yapılmasını isteyen önergede "Büyük Millet Meclisi'ne üye seçilmek için Türkiye'nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından olmak ve seçim çevresine yeni gelenlerin ise en az beş yıl oturmuş olmaları" gerektiği kanun hükmü haline getirilmek isteniyordu. M. Kemal Paşa'yı milletvekili seçilmekten yoksun bırakmak isteyen bu önerge üzerine söz alan M. Kemal Paşa, doğum yerinin Türkiye'nin sınırları dışında kaldığını ve bir yerde beş yıl oturmadığını belirttikten sonra, düşmanlara karşı savaştığını, vatanı kurtarmak için hiç bir yerde beş yıl oturamadığını hatırlatıp, ulusun sevgisisi kazanmış bir insan olmasına rağmen kendisini yurttaşlık haklarından yoksun bırakmak isteyen bu kimselerin bu yetkiyi kimden aldıklarını sordu. Önerge red edildi.
Mustafa Kemal'in kamuoyu yoklaması yapmak üzere 14 Ocak 1923'de Batı Anadolu'da bir geziye çıkmasını fırsat bilen muhalif grup, O'nun Ankara'dan ayrıldığının ertesi günü "Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi" başlıklı bir broşür yayınladılar. Broşürün önceden hazırlanmış olduğu ve M. Kemal'in Ankara'dan ayrılmasını fırsat bilerek dağıtıldığı anlaşılıyordu. Broşürün ana fikri, islam kamuoyunun son gelişmelerden (Saltanatın Kaldırılışı) büyük ızdırap içinde bulunduğu, Hilafet'in hükümet demek olduğu ve Hilafet'in hukuk ve görevlerini yok etmenin hiç kimsenin, hiç bir meclisin elinde olmadığı esaslarına dayanıyor, "Halife Meclisin, Meclis Halife'nindir." sözleriyle bitiriyordu. Yürütme yetkisinin Halife'ye verilmesini ve Meclis'in aldığı kararların ve kanunların Halife'yi bağlamayacağı, dolayısıyla Meclis'in çıkardığı Saltanat ve Hilafet ile ilgili yasaların meşru olmadığı görüşü savunuluyordu. Bu bildiri, M. Kemal'e ve O'nun gerçekleştirmek istediği devrime bir tepki idi.
İzmit'e gelen M. Kemal, din ve hilafet konusunda yaptığı açıklamada "Türkiye Büyük Millet Meclisi Halife'nin değildir ve olamaz, Türkiye Büyük Millet Meclisi yalnız ve yalnız Ulusundur." dedi. T.B.M.M.nin büyük programının tam bağımsızlık, kayıtsız şartsız ulusal egemenlik esaslarına dayandığını, teokratik devlet biçiminin ve buna bağlı bütün toplumsal düzenin ve çıkarların yıkılacağını belirtti. 16 Ocak'ta yaptığı toplantıda, Hilafet'in dinle ilgisi olmadığını, siyasi bir mevki olduğunu, idare-i maslahatçılıkla devrim yapılamayacağını belirttikten sonra "Devrimin kanunu mevcut kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafamızdaki cereyanı boğmadıkça başladığımız devrim ve ilerleme bir an bile durmayacaktır" diyerek gericilere gerekli yanıtı verdi. Basınla iyi ilişki kurmak istediği için İzmit'te yaptığı basın toplantısında, "Devrim" yapılacağını açıklarken, Meclis'te birliğin sağlanması için "Müdafaa-ı Hukuk Gurubu"nun gerekli olduğunu bunun dışındaki grupların yararlı olmadığını belirtti ve İttihatçılardan ülke yararı için politikaya karışmamalarını istedi. Bu sırada Annesi Zübeyde Hanım'ın ölüm haberi geldi. İzmir'de annesinin mezarı başında devrimci inancını "Ulusal hakimiyet uğrunda canımı vermek benim için bir vicdan ve namus borcu olsun" sözleriyle bir kez daha yineledi. Bu sırada Lozan'ın ilk görüşmeleri kesildiği için İsmet Paşa ile Ankara'ya döndü. Meclis'te gizli oturumlar çok sert geçti. Trabzon mebusu Şükrü Bey'in Topal Osman tarafından öldürülüşü, M. Kemal'e saldırılara yol açtı. M. Kemal'i kendilerine buyük engel gören, tutucu, gerici, ittihatçılar, çıkarcı gruplar, O'na karşı muhalefette birleşiyorlardı. Yakın arkadaşlarından Rauf Bey, Kazım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Paşa'lar da yavaş, yavaş yanından ayrılıp, Hilâfetçilere kuvvet veriyorlardı. Saltanatı geri getirmek isteyen gericilerin çalışmaları karşısında arkadaşlarının kendisini yalnız bıraktığını gören M. Kemal, 20 Mart 1923'te Konya'da yaptığı bir konuşmada Türkiye'yi Ortaçağ karanlığına çekmek isteyen gericilere karşı tutumunu açıkça şu sözleriyle belirtti: "Eğer onlara karşı benim şahsımda bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım benim ulusumun hayatıyla ilgili, o adım benim ulusumun hayatına karşı bir kasıt, o adım ulusumun kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı fikirde olan arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka o adımları atanları tepelemektir... Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim. Örneğin eğer bunu sağlıyacak kanunlar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam; yine tepeler ve yine öldürürüm."
Cumhuriyet'e doğru gidiş bu kararlı sözlerle açıkça görülüyordu. M. Kemal Paşa, 8 Nisan 1923'de dokuz ilkede görüşlerini toplatarak, programını belirlerken, siyasi biçimlenmeyi de hazırladı.
Savaş zamanının T.B.M.M.'nin görevi son bulmuştu. Bu sebeple Meclis kendini dağıtıp, seçime gitme kararı aldı. M. Kemal, dağılmadan önce Meclisten 15 Nisan'da, Saltanatı geri getirmeye çalışanları vatan haini kabul eden bir kanun değişikliği ile "Hıyanet-i Vataniye Kanunu"na, ileride gerekirse yine İstiklal Mahkemeleri kurma fırsatını veren bir ek getirdi.
Yeni kurulacak Meclis'te kuvvetli bir kadro oluşturmayı ve böylece Cumhuriyet'i ilan etmeyi düşünen M. Kemal'in bu çalışmaları yakın arkadaşlarının kendisinden uzaklaşmasını hızlandırdı. Rauf Bey ve arkadaşları, M. Kemal'in partiler üstü kalmasını, politikaya karışmamasını, önererek, O'nu pasif duruma getirmek istiyorlardı. Rauf Bey'in İsmet Paşa ile aralarının açılması da bu ayrılığın başka bir yönü idi. Lozan'dan dönen İsmet Paşa'yı karşılamak istemeyen Rauf Bey Başbakanlık'tan bile istifa etti.
İkinci Meclis, toplandıktan sonra Lozan'ı onayladı. Artık sorun Türkiye'nin rejiminin belirlenmesiydi. M. Kemal 22 Eylül 1923'de "Neue Treie Presse" adlı bir Viyana gazetesi muhabiriyle yaptığı görüşmede, 23 Nisan 1920'de kurulan sistemin Cumhuriyet olduğunu fakat adının açıklanamadığını belirtip, yapılacak işin yalnızca isim koymak olduğunu söyledi.
Yeni devletin başkentinin neresi olacağı da bir sorundu. Ankara 1920'den beri bu işi yapıyordu. Merkezi ve güvenli durumu ortada idi. Meclis'te uzun tartışmalardan sonra 13 Ekim'de Ankara başkent olarak oy çokluğu ile kabul edildi. Cumhuriyet'in ilanına bir adım daha yaklaşılmıştı.
M. Kemal'e Cumhuriyet'in ilanına fırsat veren bir hükümet buhranı oldu. Başbakan Fethi Okyar Bey'e karşı Meclis'te muhalefet oluşması üzerine M. Kemal, "Erkan-ı Harbiye Umumiye Riyaseti Vekili Fevzi Paşa"nın dışında kabinenin istifasına karar verdi ve 27 Ekim'de uygulandı. Mevcut sisteme göre her bakan Meclis tarafından tek tek seçiliyordu. İstifa eden bakanlar yeniden seçilirlerse, görev kabul etmeyeceklerdi. Bu sırada Rauf Bey, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Refet Paşalar İstanbul'da bulunuyorlar ve temasları, Halife'ye yakınlık gösterileri oluyordu. Ankara'da' ise kabine kurulamıyordu. Bu gelişmeler üzerine "Cumhuriyet İlanı" ile işi kökünden çözmeye karar veren M. Kemal 28 Ekim gecesi Çankaya'da İsmet Paşa ve bazı kimseleri toplantıya çağırdı ve "Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz." diyerek kararını açıkladı. Misafirlerin ayrılmasından sonra İsmet Paşa'yı alıkoydu ve birlikte, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nda gerekli değişikliği sağlayacak önergeyi hazırladılar. Ertesi gün saat 10'da Parti grubunda yapılan toplantıda, M. Kemal Paşa Genel Başkan olarak Hükümet buhranının mevcut sistemden kaynaklandığını, bunun çözumünün istikrarlı bir sistemde olduğunu belirtttkten sonra değişiklik önergesini okuttu:
* Türkiye Devleti'nin Hukümet şekli Cumhuriyettir
* Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur
* Türkiye Devleti, Hükümetin inkisam ettiği idare şubelerini İcra Vekilleri (Bakanlar Kurulu)
vasıtasıyla idare eder.
Bu önerge Parti toplantısında tartışıldı Büyük Millet Meclisi'nin aynı akşam (29 Ekim 1923) saat 18:45'de yaptığı toplantıdan sonra 20.30'da "YAŞASIN CUMHURİYET" sesleri arasında Cumhuriyet ilan olundu ve yeni Türk Devleti'nin adı kondu. "TÜRKİYE CUMHURİYETİ". Hemen arkasından da Türk Ulusu'nun kurtarıcısı Gazi M.Kemal oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçildi. Kürsüye gelen Cumhurbaşkanı M. Kemal, kendisini Cumhurbaşkanı seçen Meclis'e teşekkür ettikten sonra "Son yıllarda Ulusumuzun fiili olarak gösterdiği kabiliyet ve istidat, kendi hakkında kötü düşüncede bulunanlarınn ne kadar tedkikten uzak görünüşe önem veren insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Ulusumuz kendisinde bulunan nitelikleri ve değeri, hükümetin yeni adıyla uygarlık dünyasına çok daha kolay gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünyada işgal ettiği yere layık olduğunu eserleriyle ispat edecektir... Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve muzaffer olacaktır." sözleriyle konuşmasını tamamladı. M. Kemal Cumhurbaşkanı seçildiğinde henüz 42 yaşındaydı. Cumhuriyetin ilk Başbakanı İsmet Paşa oldu.
19 Mayıs 1919'da Samsun'da başlayan yeni ve bağımsız, bir Türk Devleti kurmak savaşı dış ve iç düşmanlara karşı başarıyla sonuçlanarak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Kurtuluş Savaşı'nın inanç ve başarısı nasıl Atatürk'ün eseri idiyse, Cumhuriyet de yine O'nun eseri idi. İleriki yıllarda bunu şu sözleriyle belirtti. "Benim en büyük eserim Türkiye Cumhuriyeti'dir."
SONUÇ
Bir zamanların muhteşem Osmanlı İmparatorluğu, gerek iç gerekse dış etkenlerin sonucunda 18. y.y.'dan itibaren hızlı bir çökuntüye girdi. Kapitülasyonlar sebebiyle Avrupa devletlerinin açık pazarı durumuna geldi. Rusya ve Avusturya'nın devamlı saldırıları sonunda savaşları kaybederken, önemli topraklarını elden çıkardı. İmparatorluğun bu çöküntüsünü gören Padişahlar, İmparatorluğu kurtarmak için ıslahat önlemlerine başladılar. Fakat yalnızca askeri olan bu önlemler etkili olamadı. III. Selim'in başlattığı Nizam-ı Cedit ise 1807'de gerici bir ayaklanma ile son buldu.
19. y.y.'da çöküntü büyük hızla sürerken, Fransız Devrimi'nin ortaya koyduğu ulusal bağımsızlık ve egemenlik akımları, Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlar'da yaşayan Hristiyan azınlıklarını etkiledi ve bagımsızlık isteklerini kamçıladı. Sırp, Yunan ve hatta Mısır ayaklanmaları İmparatorluğun iç bünyesini sarstı ve bunlar giderek bağımsızlık veya özerklik kazandılar. Bu yüz yılda Rus tehlikesi karşısında İngiltere ve Fransa Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü koruma potikası izlediler. Kırım Savaşı'nda bu politika sonucu Rusya'ya savaş bile açtılar. 1838 ticaret anlaşması ile imparatorluk ekonomik bakımdan batının eline geçerken, 1854'den sonra başlayan dış borçlanma ile, 1881'de mali iflasa ve batının mali denetimine girdi. II. Mahmut Islahatı ve Tanzimat da İmparatorluğun kurtuluşu için çözüm olmadı. Genç Osmanlılar'ın çalışmaları 1876'da Kanun-u Esasi'nin ilanını hazırladı. Birinci Meşrutiyet yaşama fırsatı bulamadan 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı bu dönemin sonunu hazırlarken, Abdülhamid'in "İstibdatı" başladı. Bu tarihten sonra İngiltere de koruyucu politikasını terk etti. Ermeni konusu da ilk kez gündeme geldi. Osmanlı İmparatorluğu bundan sonra Almanya'ya yanaştı. Alman siyasi, askeri ilişkisi, Alman ekonomik ihtiraslarını da getirdi. Bağdat Demiryolu projesi bunu simgeledi.
20. y.y.'a girilirken Abdülhamid'e karşı başlayan Genç Türk hareketi gittikçe kuvvetlendi ve 1908'de II. Meşrutiyeti getirdi. Fakat 31 Mart gerici ayaklanması ile 1909'da iç buhran yaşandı. II. Meşrutiyet de İmparatorluğu kurtaramadı. Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük akımlarının çatıştığı bu dönem, içte buhranlar, anarşi yaratırken, dışta da Trablus ve Balkan Savaşları'nda büyük yenilgi ve tüm Makedonya'nın kaybı ile sonuçlandı. 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı'na Almanya yanında giren İmparatorluğun kaderi de çizilmiş oldu. Bu savaştan çok ağır kayıplarla yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu Mondros Ateşkesi ile kayıtsız şartsız teslim oldu.
Yüz yıldan beri süren Doğu Sorununun çözümü, Avrupa'nın Hasta Adamının mirasının paylaşılması ile Türk Ulusu'nun dünya siyasi tarihindeki varlığı ortadan kaldırılmak isteniyordu. Savaş içinde gizli anlaşmalarla, İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya Osmanlı İmparatorluğu'nun paylaşılmasını kararlaştırmışlardı. Fakat Rusya'da devrim çıkınca anlaşmalar önemini yitirdi. Türk Ulusu'nun hakkında karar verecek en büyük kuvvet İngiltere idi. İngiltere Batı Anadolu'yu Yunanistan'a veriyor, Doğuda bir Ermenistan ve Kürdistan kurmak istiyor, Türk yurdunun geri kalan yerlerini de Fransa ve İtalya ile paylaşıyordu. Ülkenin yağmalanmasına boyun eğen Padişah ve Hükümet, kurtuluşu İngiliz himayesinde görüyorlardı. Halk ve aydınlar çaresizlik içinde, çoğunluk kadere boyun eğmiş görünüyordu. Kurtuluş çareleri arayanlar Padişah - Halifesiz bir çare düşünemiyordu. Kurtuluşu Amerikan mandasında görenler veya yörelerinin kurtuluşunu sağlamak için çalışanlar vardı.
Birinci Dünya Savaşı'nın sonundaki perişan ve çaresiz durumda, bir tek insan, M. Kemal topyekün kurtuluş ve tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak düşüncesiyle Samsun'a geldi. O'nun yola çıktığı sırada ise Yunanlılar İzmir'i işgal ediyorlardı. Padişah ve Hukümet ise İzmir'i Yunanlılara veren İngilizlerin hala körü körüne her isteğine boyun eğiyorlardı. Düşmanla işbirliği yapan Padişah ve İstanbul Hükümeti'nin bu tutumları karşısında M. Kemal, ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik savaşının esaslarını Amasya'da ulusu ve orduyu Padişah - Halifeye karşı ayaklandırmak şeklinde belirledi. Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde de bu esaslar içinde yeni bir Türk Devleti'nin kuruluşunun ulusal bilinçlenme, idari, siyasi örgütlenmesini de gerçekleştirdi. Misak-ı Milli ile bu esaslar İstanbul'da bir kez daha ortaya konunca İngilizler, İstanbul'u işgal ettiler. Bundan yılmayan M. Kemal, Ankara'da ulusun meşru iradesinin eseri olan ulusal egemenlik prensibini B.M.M. ile ortaya koydu. Fakat bütün bunların gerçekleşmesi çok büyük güçlükler ve olanaksızlıklar içinde yapılıyordı. Bir yandan İtilaf Devletleri ve Yunan saldırısı ve baskıları bir yandan Padişah ve İstanbul Hükümeti'nin M. Kemal ve B.M.M.'ni gayri meşru ilan etmesi, Türk Ulusu'nu olumsuz yönde etkiledi. Türk Ulusu, yüzlerce yıldan beri dini ve geleneksel iktidar kabul edilen Padişah - Halife ile bu değerleri yıkan ve yerine ulusal, egemenlik değerleriyle ulusu bir araya toplamak isteyen M. Kemal hareketi arasında bir süre bocaladı. Yer yer B.M.M.'nin otoritesine karşı ayaklanmalar çıktı.
Doğu Anadolu'da Ermenilere, Güneyde Fransızlara karşı savaşıldı. Batıda Yunan Taarruzu ve iç ayaklanmalara karşı Kuva-yı Milliye ile çözüm bulan B.M.M. daha sonra düzenli ordu kurar. I. ve II. İnönü Savaşları ile ilk askeri başarılarını sağladı. Diğer yandan dış ilişkilerde Sovyetler Birliği ile Moskova Antlaşması'nı imzaladı. Sakarya Meydan Savaşı'nda Yunan Ordusu'nu yendi. Fransa ile de anlaşan Türkiye İtilaf blokunu da parçaladı. 26 Ağustos 1922'de başlayan ve 9 Eylül'de İzmir'de Yunan Ordusu'nun denize dökülmesi ile son bulan Büyük Taarruz, Türkiye gerçeğini ve Türk Ulusu'nun yenilmez azmini bütün dünyaya kanıtladı. Askeri başarısını Mudanya Ateşkesi ve Lozan Antlaşması ile de onaylattı. Emperyalizme karşı yapılan bağımsızlık savaşını kazanan, "Türk Mucizesi"ni yaratan Türkiye'nin bu başarısı bütün Mazlum Uluslara örnek oldu.
M. Kemal Kurtuluş Savaşı'nın bittiği yerde; Türkiye'nin çağdaşlaşma savaşını başlattı. 1 Kasım 1922'de Saltanat'ın kaldırılışı ve 29 Ekim 1923'de Cumhuriyet'in İlanı ile Türkiye yeni devlet sistemini Fransız Devrimi ile ortaya konan insan haklarına dayanan "Ulusal ve Laik Devlet"i gerçekleştirmiş oldu. Ancak, çağdaş devlet ve ülke olma mücadelesi için Türk Devrimi'nin başarılması için Cumhuriyet döneminde Atatürk 'ün yeni mücadele vermesi gerekiyordu.
23 Ekim 2010 Cumartesi
21 Ekim 2010 Perşembe
Umutsuz Aşk, Bağımlılık mıdır?
Umutsuz Aşk, Bağımlılık mıdır?
Bütün bu tezat ifadeler, âşık olan kişinin sahip olduğu duygular
Aşk... En büyük gerçek... En büyük hayal... En büyük güç... En büyük zayıflık... En büyük mutluluk... En büyük ızdırap... En büyük ifşa... En büyük sır... Bütün bu tezat ifadeler, âşık olan kişinin sahip olduğu duygular. Âşık bu duyguların esiri olmuştur ve aşk öyle bir şeydir ki tarif edilemez, ancak yaşayanların belli bir derece anlamına muvaffak oldukları, her kişinin kendi konumuna ve deneyimine göre farklı şekillerde tezahür eden bir gizemdir.
Âşık olan insan bedensel olarak bu dünyada olsa da, manevi olarak artık farklı bir boyuttadır
İnsanlar aşk için yaşarlar, aşk için ızdırap çekerler. Aşk uğruna mücadeleler verilmiştir, şiirler yazılmış destanlara konu olmuştur. Âşık olan insan bedensel olarak bu dünyada olsa da, manevi olarak artık farklı bir boyuttadır. Her şey farklıdır onun için, uç noktaların insanıdır artık O! Aşkta sebep aranmaz. Meçhuldur o, hem seven için, hem de sevilen. Aşk bir motivasyondur. Maşuka ulaşmak âşık için hayattaki en büyük gayedir ve âşık hayatının en büyük gayesine ulaşabilmek için artık her türlü riski almaya hazırdır. Yerine göre de her şeyden vazgeçmeye...
Peki, ya âşığı olduğu kişi tarafından reddedilmeye ne demeli?
Tüm bu duygu yoğunlukları ve gel-gitleri arasında yorgun düşen, ama yılmayan ve sevdiğini elde edebilmek için tüm dünyaya meydan okumaya hazır olan insan, sevdiği tarafından reddedilince yıkılmaz mı? Neden kabullenemez bu durumu, neden duygularını ve hareketlerini kontrol edemez? İşte bu soruların cevabı, gerçekleştirilen güncel bir çalışma ile verilmeye çalışılıyor.
Helen E. Fisher liderliğinde gerçekleştirilen ve sonuçları geçtiğimiz Temmuz ayında Journal of Neurophysiology’de yayımlanan güncel bir çalışma, reddedilme sonucu oluşan derin ızdırap ve üzüntü ile beynin motivasyon, ödül ve bağımlılıkla ilgili bölgeleri arasında bir ilişkili olduğunu gösteriyor.
Ben seni unutmak için sevmedim,
Gülmen ayrılık demekmiş bilemedim
Bekledim sabah akşam yollarını
Ölmek istedim, bir türlü ölemedim
Aşk bu mu, sevda bu mu, hayat bu mu
Kalp acı, dünya hüzün, göz yaş dolu...
Söz: İlham Behlül Pektaş
Reddedilme ile Motivasyon, Ödül ve Bağımlılık Arasındaki İlişki
Reddedilme veya ayrılık sonrası beynin hangi bölgelerinin etkilendiğini belirlemek amacıyla, sevgililerinden yeni ayrılmış olmalarına karşın hâlâ sırılsıklam âşık olduklarını belirten kadın ve erkeklerden oluşan 15 üniversite öğrencisi seçildi. Sevgililerinden ayrıldıkları günden bu güne ortalama 63 gün geçmişti ve katılımcıların hepsi de romantik duyguların yoğunluğunu ölçen Tutkulu Aşk Ölçeği (Passionate Love Scale) olarak adlandırılan psikolojik testten yüksek skor almışlardı. Katılımcılar, ortalama olarak uyanık geçirdikleri vaktin %85’lik bir kısmını sürekli kaybettikleri aşklarını düşünerek, onlar için matem tutarak ve tekrar sevdikleriyle birleşmeyi düşleyerek geçiriyorlardı. Deneyde beyin aktivitelerini ölçmek için fonksiyonel manyetik resonans görüntüleme (fMRI) tekniğinden yararlanıldı. İlk aşamada, katılımcılara sırıksıklam âşık oldukları kişilerin fotoğrafları gösterildi ve beyin aktiviteleri kaydedildi. Sonrasında romantik düşüncelerden kurtulabilmeleri için basit bir matematik testini çözmeleri istendi. İkinci aşamada, romantik açıdan herhangi bir duyguya sahip olmadıkları (nötr) kişilerin fotoğrafları gösterildi ve beyin aktiviteleri kaydedildi.
Aşk ayrılığında etkilenen beyin bölgeleri
Deney sonucunda, duygusal bağ kurulan kişilerin fotoğraflarına bakıldığında, nötr kişilerin fotoğraflarına bakıldığındaki tepkilere nazaran beynin belli bölgelerinin daha fazla uyarıldığı gözlemlendi. Bu bölgeler:
• Motivasyon ve ödül merkezi ile ilgili orta-beyindeki ventral tegmental alan,
• Bağımlılık ve (bağımlı olunan şeye) şiddetli arzu duyma ile ilgili beynin nükleus akumbens ve orbitofrontal / prefrontal korteks bölgeleri. Bu alanlar özelikle uyarıcı madde bağımlılığında görülen dopaminerjik (nörotransmitter dopamin ile ilgili) ödül sistemi ile ilişkisi olduğu saptanan beyin bölgeleridir,
• Fiziksel acı ve sıkıntı ile ilgili beynin insüler korteks ve singulat anterior bölgeleri.
Romantik açıdan reddedilme bağımlılık yaratıyor
Araştırmacılara göre bu sonuçlar, aşk tutkusunun statik bir duygu olmaktan ziyade amaç odaklı bir motivasyon olduğunu ve romantik açıdan reddedilmenin bir çeşit bağımlılık olduğu savıyla örtüştüğünü gösteriyor. Bu da neden sevgiliden vazgeçmenin çok zor olduğunu açık bir şekilde gösteriyor.
Romantik ayrılıkla, madde bağımlılığında beyinin aynı bölgesi uyarılıyor
Çalışmada yer alan Dr. Arthur Aron, yoğun duygusal aşk ve reddedilme ile nöral sistem arasındaki ilişkileri anlamanın önemli olduğunu, çünkü romantik açıdan reddedilmenin tüm dünyada depresyonun en başta gelen sebepleri arasında yer aldığını belirtiyor. Bu çalışma aynı zamanda, romantik açıdan reddedilme durumundaki aşkta görülen motifle daha önceki bilimsel çalışmalarla belirlenen mutlu aşkta görülen motifin temel olarak aynı unsurları barındırdığını ortaya koyuyor. Buna karşın aradaki en önemli fark, romantik açıdan reddedilen kişilerin beyinlerinde uyarıcı madde bağımlılığında uyarılan beyin bölgesi ile aynı merkezin uyarıldığı sonucunun bulgulanmasıydı.
Zamanın her şeyin ilacı olduğu doğru mu?
Araştırmanın bir diğer bulgusu ise, ayrıldıktan sonra zamanla, beynin bağlılıkla ilgili sağ ventral putamen /pallidum alanındaki aktivitelerde azalma olması. Bu sonuç, zaman her şeyin ilacıdır savını desteklemesi açısından da oldukça ilginç bir kanıt sunuyor.
Bebekler veya yavru hayvanlar hastalıklara karşı nasıl oluyor da koruma sağlayabiliyor?
Bebeklerin veya yavru hayvanların bağışıklık sistemleri tam gelişmemiş olmasına rağmen hastalıklara karşı nasıl oluyor da tam koruma sağlayabiliyor?
Bağışıklık sistemi başlarda çok zayıf, nasıl oluyor da hastalıklar çocuklarda ölümcül olmuyor?
Aslında insanların bebeklik döneminde tamamen mikropsuz fanuslarda yaşaması gerekirdi. Sebebi tam açıklanamamış bu mekanizmadan bahsederseniz memnun olurum...
Yeni doğan bir bebek doğum eyleminin başlaması ile birlikte başta bakteri ve diğer mikroorganizmalar olmak üzere birçok çevresel etkenle karşılaşmaya başlıyor. Bu etkenlerle bağışıklık sistemlerinin mücadele edebilmeleri için doğumdan hemen sonra bebeğin vücudunda yüksek oranda antikor sentezlenmeye başlanıyor ve bu süreç bebeğin birinci yılını tamamlamasına kadar devam ediyor. Bebek bir yaşını doldurduğundaki antikor yoğunluğu yetişkinlerdeki antikor yoğunluğuna ulaşmış oluyor. Aslında bebekler aynı zamanda annelerinden geçen bazı immunoglobulin denen antikorlar ile hayatlarına başlıyorlar. Doğumdan sonraki birkaç aylık sürede, anneden bebeğe geçen immunoglobulin antikorları, bebeğin antikorları belli seviyeye ulaşıncaya kadar geçen sürede bebeğin korunmasında büyük önem taşıyor. İmmunoglobulin G, hamilelik sırasında plasentadan bebeğe geçebilen tek immunoglobulin olup bebeğin anne karnındayken enfeksiyonlara karşı korunmasına da yardımcı oluyor. Anneden bebeğe annenin antikorlarının geçmesiyle kazanılan bu bağışıklık pasif bağışıklık olarak adlandırılıyor. Ayrıca IgA, IgD, IgE, IgG, IgM antikorlarını içeren anne sütü bebeklerde hastalıkların ve enfeksiyonların gelişmesini önlüyor ve kendi bağışıklık sisteminin gelişmesine yardımcı oluyor.
Dr. Özlem İkinci
20 Ekim 2010 Çarşamba
Bir bitkiye tuzlu su verilirse yaşar mı?
Bir bitkiye tuzlu su verilirse yaşar mı?
Yaşarsa tuzluluk oranı artar mı?
Sulama suyu toprak tuzluluğunu etkileyen önemli faktörlerden biridir. Bitkiye verilecek tuzlu su kök bölgesinde tuz fazlalığına neden olarak bitkinin topraktan su ve besin almasında zorlanmasına ve “fizyolojik kuraklık” denen durumun ortaya çıkmasına yol açar. Oluşacak tuz stresi koşullarındaki bitkilerde enzim aktiviteleri ve zar geçirgenlikleri azalır. Kloroplast gibi önemli organelleri zarar görür. Biriken sodyum nedeniyle potasyum alımı engellenir ve iyon dengesi bozulur.
Besin ve su alımının zorlaşması ve tuz stresinin diğer etkileri nedeniyle;
— bitkilerde büyüme geriliği,
— tomurcuk oluşumunda azalma,
— yaprakların yeterince gelişememesi,
— yapraklarda lekelenmeler
gözlenir.
Kısaca metabolik fonksiyonları bozulan tuz stresi koşullarındaki bitkinin ilerleyen süreçlerde ölümü söz konusu olabilir.
Dr. Özlem İkinci
Sivrisineksiz Bir Dünya
Sivrisineksiz Bir Dünya
Deniz kenarındasınız. Hafif esen rüzgârda, dalgaların sesini dinlerken temiz havayı içinize çekiyorsunuz bir yandan. İşte tam da böyle bir durumda keyfinizi kaçırmaya en güçlü aday: Sivrisinekler. Bu, sivrisineklerle ilgili en masumane şikâyet. Bir de sivrisinekler aracılığıyla bulaşan ve her yıl 300 milyon insanı etkileyen sıtma hastalığını düşünürsek, insanoğlunun sivrisineklerle arasının zaten pek de iyi olmadığını görebiliriz.
Sivrisineklerin Dünya’dan tamamen yok olduğunu düşünelim. Acaba ne gibi değişiklikler gözlemleriz?
Bu konularda araştırmalar yapan bilim insanlarının farklı görüşleri var. 20 yıldır sivrisineklerle ilgili araştırmalar yapan Walter Reed Army Araştırma Enstitüsü’nden Jittawadee Murphy’nin görüşleri şöyle: Sivrisinekler 100 milyon yıldan daha uzun bir süredir burada. Evrimsel süreçte birçok ayrışma yaşayarak bugünkü türlerine ulaştılar. Tamamen yeryüzünden yok olmaları birçok türün avsız ve avcısız, birçok bitkinin de tozlaştırıcısız kalması demek; bunun sonuçları ise basit bir düşünme egzersizi ile asla tahmin edilemez.
İnsan ölümlerine sebep olan sivrisineğin yok olması bitki ve hayvanları nasıl etkiler?
Bazı bilim insanları ise sivrisineklerin yok olmasıyla oluşacak boşluğun doldurulmasında birçok canlı türünün rol oynayacağını, böylece hasarın kısa zamanda telafi edilebileceğini düşünüyor. Illinois State Üniversitesi’nden ekolog Steven Juliano :
“Sivrisineklerin yol açtığı insan ölümlerini düşünürsek, bu canlıyla mücadelede ikinci derecede önemli yan etkiler dışında çok ciddi sorunlarla karşılaşılacağını düşünmüyorum”
diyor.Böcek bilimci (entomolog) Carlos Brisola Marcondes de (Santa Catarina Federal Üniversitesi, Brezilya)
“Sivrisineksiz bir dünya bizim için çok daha güvenli olurdu. Özellikle bazı türlerinin yok edilmesi, insan türü açısından çok önemli.”
diyor. Michigan State Üniversitesi’nden, sucul ortam böcek bilimci Richard Merritt ise
“Sivrisinek larvalarıyla beslenen çok sayıda balık türü var, balıklar bu besinlerini kaybederlerse yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklar, bu da besin zincirinde ciddi aksamalara yol açacak.”
diyor. Benzer görüşlere sahip olan evrimsel böcek bilimci Dina Fonseca da (Rutgers Üniversitesi, New Jersey, ABD)
“Sivrisineklerin tamamen yok olması, binlerce bitkinin tozlaştırıcılarının çok önemli bir kısmını kaybetmesi demek, bu da doğal dengelerde ciddi bozulmalara yol açabilir”
diyor.
Benden uzak olsun da…
Anlaşılan o ki bu konuda daha net yargılara varmak için insanoğlunun daha çok yol kat etmesi, araştırmalarını sürdürmesi gerekiyor. Henüz onlarsız nelerle karşılaşacağımızı kestiremediğimiz için sivrisineklerle birlikte yaşamaya devam etmek, onları tamamen yok etmek yerine kendimizden uzak tutacak önlemler almak daha akıllıca görünüyor.
Elektriğin Unutulmuş Babası, Bilinmeyen Dâhi Nikola Tesla
Elektriğin Unutulmuş Babası,
Bilinmeyen Dâhi
Nikola Tesla
Tüm zamanların en büyük mucitlerinden biri olan Nikola Tesla, çalışmalarıyla elektrik enerjisinin laboratuvardan evlerimize girmesine büyük katkıda bulundu. Kendine ait bir evi bile olmayan ve otellerde yaşayan Tesla’nın, radyodan elektrik motorlarına kadar, döneminin yüzlerce baş döndürücü gelişmesinde imzası var.
19. yüzyılda ateşin keşfinden beri en büyük gelişmeler yaşanıyordu
Elektrik 19. yüzyılda laboratuardan çıkarak insanların günlük yaşamına girmeye başladı. O dönemde, ateşin keşfinden beri en büyük gelişmeler yaşanıyordu. Elektrik enerjisi günlük yaşamdaki her şeyi değiştirmeye başladı. Ulaşımdan haberleşmeye, aydınlatmadan mutfaktaki aletlere kadar elektriğin girmeyeceği yer yok gibiydi. Aydınlatmada gaz lambaları ve kandiller yerlerini elektrik enerjisiyle çalışan ampullere bırakıyordu. Telgraf ve telefonun geliştirilmesiyle insanların birbirlerini görmeden haberleşebilmesi ve daha sonra radyonun getirdikleri önceki yüzyıllarda ancak hayal edilebilecek gelişmelerdi. Aşağı yukarı dört yüzyıl öncesinde başlayan coğrafi keşiflerle yaşadığı gezegeni daha iyi tanımaya başlayan insanoğlu 19. yüzyılın sonundaki gelişmelerle de ona hâkim olmaya başladı. Mesafeler kısalmış ve aradaki dağlar artık engel olmaktan çıktı.
Yaygın olarak bilinenler mucitler, peki ya bilinmeyenler?
Nikola Tesla ne yazık ki bu bilinmeyenlerin arasında
Kuşkusuz bu dönemde çok sayıda bilim insanı önemli keşiflere imza attılar; ancak içlerinden bazıları galaksinin parlayan yıldızları gibi binlerce keşif ve icatta bulundular. Bunlar Thomas Edison, Guglielmo Marconi, Alexander Graham Bell gibi bilim insanları ve mucitlerdi. Saydıklarımız yaygın olarak bilinenler, peki ya bilinmeyenler? Yaptıklarıyla çok sayıda bilinmeyen var ve Nikola Tesla ne yazık ki bu bilinmeyenlerin arasında. Hem de saydığımız bilim insanlarından daha büyük katkılarının olmasına rağmen.
Hırvatistan’da doğan Tesla, Amerika’ya geçecek ve dünyanın en büyük mucidi olacaktı
Nikola Tesla 9 Temmuz 1856’da, bugün Hırvatistan sınırları içinde bulunan Smiljana kasabasında doğdu. Babası papaz olan ve annesi okuma yazma bilmeyen Tesla’nın da babası gibi papaz olması bekleniyordu. Çünkü o dönemde Hırvatistan’daki iş olanakları aşağı yukarı belliydi: Çiftçilik, din adamlığı ve askerlik. Tesla bu üç seçeneği de bir kenara bırakarak Sırbistan’dan ayrılmaya karar verdi. Macaristan, Almanya ve Fransa’daki çalışmalarından sora Amerika’ya geçecek ve dünyanın en büyük mucidi olacaktı.
Edison’la tanışmak istiyordu
1879 yılında Graz’daki politeknik okuluna giren Tesla, Prag Üniversitesi’nde mekanik ve elektrik mühendisliği eğitimi aldı. 1881’de Macaristan’a giderek telgraf ofisinde çalıştı ve burada telefonla ilgili önemli çalışmalar yaptı. Bir süre sonra Macaristan’dan ayrılıp Paris’e geçerek Continental Edison şirketinde çalışmaya başladı. Avrupa’da kalarak düşündüğü projeleri gerçekleştiremeyeceğini anladığında, dünyanın en ünlü elektrik mühendisi olarak bilinen Edison’la tanışmayı kafasına koymuştu. Edison’un arkadaşı ve Avrupa’daki iş ortaklarından Charles Batchelor’dan bir tavsiye mektubu alıp 28’inde genç bir mühendis olarak New York’a gitti. Edison’la tanışmasında kendisine verdiği Batchelor’ın tavsiye mektubunda şu satırlar yazılıydı:
”Sevgili Edison, ben iki büyük adam tanıyorum, bunlardan biri siz, diğeri de bu genç adam.”
Edison, Tesla’yı hemen işe aldı, ancak sıkıntılı ve fırtınalı günler de başlıyordu ve o bunun farkında değildi. Tesla’nın Amerika serüveni yaşamı boyunca devam edecek ve bir otel odasında son bulacaktı.
Tesla’ya başarılı olursa 50 bin dolar vereceğini söyleyen Edison bir yıl sonra:
“Sevgili Tesla siz herhalde Amerikan esprilerini anlamıyorsunuz.”
New York’ta Edison’un fabrikasında elektrik dinamoları üzerine çalışan Tesla mevcut dinamoları geliştirmek yerine onları tamamen yeniden tasarlamanın daha doğru olduğunu düşünüyordu. Edison bu işin kolay başarılamayacağının ve uzun yıllar alacağının farkındaydı. Günde neredeyse 18 saat çalışan Tesla’ya bir defasında şunları söylemişti: “Eğer başarırsan sana 50 bin dolar vereceğim. Sadece bir yıl sonra, kusursuz çalışan dinamoyu Edison’a teslim eden Tesla, anlaşma gereği parasını istediğinde alacağı yanıtı belki yaşamı boyunca unutmayacaktı: “Sevgili Tesla siz herhalde Amerikan esprilerini anlamıyorsunuz.” Teslaya gereken ödemeyi yapmayan Edison sadece maaşında küçük bir artışla durumu kapatmaya çalıştı.
Daha ucuza ve kolay ulaştırılacak Alternatif akımı Edison kabul etmiyor
Ancak Tesla çok geçmeden Edison’la yine karşı karşıya geldiğinde, bu sefer konu para değil, tamamen bilgi, beceri, öngörü ve deneyim gerektiren, elektrik akımının şekillendirilmesi olacaktı. Bu, alternatif akım ile doğru akım arasındaki mücadeleydi. Tesla üstünlüklerine inandığı için alternatif elektrik akımı üretmeye çalışıyordu. Doğru akımın zayıf yönlerini biliyordu. Ona göre, alternatif akımı daha kolay bir şekilde ve ucuz bir maliyetle çok uzaklara göndermek mümkündü. Böylece elektrik enerjisini çok uzak bölgelerde oturan insanların kullanımına sunmak daha kolay olacaktı. Edison ise doğru akımdan yanaydı ve Tesla’ya şiddetle karşı çıkıyordu. Alternatif akımın çok tehlikeli olduğunu ve hatta elektrikli sandalyelerde kullanıldığını belirterek doğru akımın üstünlüğüne vurgu yapıyordu. Dünyaca tanınan ve büyük bir ekonomik güce sahip olan Edison karşısında, Teslan’ın görünürde yapabileceği pek bir şey de yoktu aslında. Ancak zaman Tesla’yı haklı çıkardı.
Tesla alternatif akım sistemini geliştiriyor
Tesla çok geçmeden, 1887’de alternatif akım sistemini geliştirdi ve Edison’a karşı mutlak bir başarı kazandı. Edison şirketinden ayrılan Tesla, girişimci ve sanayici J. Pierpont Morgan’ın yardımıyla kendi laboratuarını kurdu. Tesla’nın başarısını duyan sanayici George Westinghouse da (1846-1914) onunla bir anlaşma yaparak alternatif akım sistemlerinin kullanım hakkını kendisinden aldı.
Teknoloji savaşı: Alternatif akım doğru akıma karşı
Böylece Westinghouse’un alternatif akımı ile Edison’un doğru akım teknolojisi Amerikan endüstrisinde yeni bir savaşı başlatıyordu. Yapılan hidroelektrik santralleriyle çok geçmeden şehirler Edison’un doğru akımıyla değil, Tesla’nın alternatif akımıyla aydınlanacaktı. Tesla alternatif akımın günlük kullanıma girmesinde başrolü oynamıştı. Ama bir adım daha ileri giderek elektrik enerjisini, kablosuz olarak uzak bölgelere iletmeye çalıştı ve bu idealden yaşamı boyunca vazgeçmedi.
Tesla bir çok yeniliği Edison’un laboratuarlarında çalışmaya başladıktan sonra yapabildi
Edison’un Tesla’ya haksızlık yaptığı ve onun emeğini sömürdüğü bir gerçek. Ancak Edison’un hakkını da teslim etmek gerek. Onun da Tesla’ya büyük katkıları oldu. Tesla, Amerika’ya gitmeden önce alternatif akımla çalışan elektrik motorunu yapmaya çalıştıysa da bunu başaramamıştı. Oysa çok sayıda yeniliği Edison’la tanıştıktan sonra, onun laboratuvarında çalışırken imza atabildi.
19. yüzyılda yapılan yeni çalışmalarla alınan patentlerin ekonomik değeri büyüktü
O dönemdeki mucitlerin çoğu bugün dünya devi olan şirketlerin kurucuları; General Electric olarak bilinen şirketin Edison tarafından kurulmuş olması gibi. Tesla, Edison ve Marconi’den farklı olarak, yaptığı çalışmaları ve aldığı patentleri ne yazık ki yeterince iyi kullanamadı ve bu yüzden sürekli ekonomik sıkıntılar çekti.
Tesla’nın teknolojik gelişimelere katkıları saymakla bitmez
Elektrik motorların geliştirilmesi, alternatif elektrik akımı, aydınlatma teknikleri, flüoresan ışık, robotlar, radyo, uzaktan kumanda sistemleri ve elektrikle çalışan yüzlerce cihaz. Tesla’nın çalışmaları diğer tüm alanlarda olduğu gibi tıbbi görüntüleme sistemlerinde de âdeta çığır açtı. X ışınları üreten sistemden manyetik rezonans görüntülemeye kadar radyoloji bölümlerindeki tüm teknik cihazlarda Tesla’nın katkıları var.
Patentleri ya değerinin çok çok altında satın alınıyordu ya da haksız yere başkaları tarafından kullanılıyordu
Tüm bu alanlarda büyük katkıları olmasına karşın Tesla doğru dürüst geçinebileceği bir ekonomik kaynak elde edemedi. Patentleri ya değerinin çok çok altında satın alınıyordu ya da haksız yere başkaları tarafından kullanılıyordu. Bunlardan en önemlisi radyonun patentidir.
Radyo kuşkusuz 20. yüzyılın başlarındaki en büyük gelişmelerden biri; Telgraf ve telefon kablolarına bağlı olmadan haberleşebilme imkânı. Telsiz mesajlar en az telefon kadar önemliydi. Bununla, denizlerde seyreden gemilere ve hatta okyanus ötesine mesaj gönderme olanağı doğuyordu. Radyo günlük yaşamda önemli bir kitle iletişim aracı olduğu gibi askeri alanda da önemli bir haberleşme aracı oldu. İtalyan bilim insanı Guglielmo Marconi radyoyu geliştiren ve kullanıma sunan kişi olarak biliniyor. Marconi’nin radyo konusundaki katkıları elbette inkâr edilemez, ancak Tesla’nın katkıları ve öncü çalışmaları kuşkusuz onunkilerden az değildir. Marconi 1896 yılında radyo konusundaki ilk patentini aldı ve hemen ardından bir şirket kurdu. Bu konuda sürekli çalıştı ve yeni patentler aldı. Radyonun yaygın kullanımında önemli rol aldı. Çok geçmeden, 1909’da Nobel komitesi telsiz telgraf konusundaki çalışmalarından dolayı Karl Ferdinand Braun’la birlikte Marconi’yi Nobel madalyası ile onurlandırdı. İlginç olan nokta, Marconi radyo yayını yaparken Tesla’nın patentini aldığı sistemi kullanıyordu ve çalışmasını Tesla’nın araştırmalarına dayandırmıştı. Marconi’nin kendine ait sistemi ise son derece basit ve yetersizdi. Tesla en az Braun ve Marconi kadar Nobel madalyasını hak ediyordu. Tesla bu alandaki öncü çalışmaları yapmış ve 1895’te telsiz sinyallerini 50 mil uzaktaki mesafeye göndermeyi başarmıştı. 1897’de radyo patentini almak için başvuruda bulundu, 1900’de aldı. Radyo patenti uzun yıllar tartışma konusu olmaya devam etti. Nihayet 1943 yılında, yani Tesla’nın ölümünden birkaç ay sonra Amerikan Yüksek Mahkemesi verdiği kararla radyo patentinin Marconi’ye değil Tesla’ya ait olduğunu onayladı. Mahkeme bu kararı verirken ne Tesla ne de Marconi artık hayattaydı.
Elde ettiği başarılara rağmen Tesla'nın bir evi bile olmadı
1937’de Nobel Fizik ödülü için aday gösterildi. Ancak ödül “kristallerdeki elektron difraksiyonu” konusundaki çalışmalarından dolayı Clinton Joseph Davisson ve George Paget Thomson’a verildi. 7 Ocak 1943’te öldüğünde yüzlerce patenti vardı. Elde ettiği başarılara rağmen Tesla’nın bir evi bile olmadı ve 87 yaşındayken bir otel odasında yaşama veda etti. Hayatı boyunca çalışmaları, emeği ve patentini aldığı çok sayıda elektriksel aleti hep başkaları tarafından bir şekilde kullanıldı veya sahiplenildi. Tesla yaşamı boyunca hep üretti, çağının çok ilerisinde oldu, ancak bir o kadar da kandırıldı ve sömürüldü. Çok az arkadaşı vardı, kendisine en yakın olanı ise yazar Mark Twain’di.
Ölümünden sonra tüm notlarına ve çalışmalarına incelenmek üzere güvenlik birimlerince el konulduğu iddia edilir
Tesla’nın tüm çalışmaları bir yana, aldığı patentleri bile birkaç sayfada özetlemek mümkün değildir. Ölümünden sonra, Lord Kelvin onun için şunları söylemişti:
”Hiç kimse elektrik bilimine onun kadar katkıda bulunmadı.”
1956’da Tesla’yı onurlandırmak için SI birim sisteminde (Uluslararası Birim Sistemi) manyetik indüksiyon birimi Tesla olarak kabul edildi. Ülkesi Sırbistan geç de olsa ona sahip çıktı. Belgrat’ta adına bir müze açıldı ve uluslararası hava alanına da adı verildi. 1976’dan bu yana bir dönem başkanlığını yaptığı Elektrik ve Elektronik Mühendisleri Enstitüsü (IEEE) tarafından Tesla ödülü veriliyor. Ay’daki bir kratere ve asteroitlere Tesla adı verildi. Sırbistan’daki çok sayıda paraya resmi basılan Tesla’nın adı ülkedeki en büyük elektrik santraline de verildi. 1983’te Amerika’da Tesla adına hatıra pulları basıldı. Doğumunun 150. yılı olması nedeniyle 2006 yılı, Hırvatistan ve Sırbistan’da Tesla Yılı ilan edildi. Gündelik yaşamı kolaylaştıran hemen her alanda Tesla’nın izleri var ve tüm insanlık ona çok şey borçlu.
19 Ekim 2010 Salı
Korsanlar
Hollywood yapımcılarına malzeme olan, bir zamanların çengel elli, tahta bacaklı korsanları tarihe karıştı ama, onların yerini Güneydoğu Asya 'da ve Karaibler'de tepeden tırnağa modern silahlarla donatılmış, en modern teknolojileri kullanan çağdaş korsanlar aldı...
Tarihin ilk korsanı
belki de Homeros'un ünlü Odyssea eserinin kahramanı Ulyssea idi. Gerçekten de Ulyssea, adamlarını doyurmak zorunda kaldığında, Trakya ve Ege'nin sahil kasabalarını yağmalamaktan kaçınmı yordu. Birçok Yunan mitolojisinde korsanlarla sa vaşan tanrıların adı geçiyordu. Korsanlık, Romalı lar döneminde de çok yaygındı. Hatta Sezar'ın bir dönem korsanlara esir düştüğü ve büyük bir fidye karşılığı serbest bırakıldığı rivayet edilirdi.
Uluslararası deniz tarihçiliği Komisyonu Genel Sekreteri Paul Adam, "Korsanlığın her zaman va rolduğunu ve varolacağını" ileri sürüyor. Ona göre, "Korsanlar, devletin zayıflığından yararlanan para zitler..." Ne var ki, korsanlığı bir kara sakal, ya da bir tahta bacak öykü süyle sınırlamak mümkün değil. Çünkü bu olgu, ta rihsel gelişimi içinde, Stevenson hikayelerini aşan, siyasal-ekonomik bir olay...
Korsanlığın ekononik rolünün herzaman olum suz olduğu söylenemez
Tarih boyunca birçok liman kenti, ekonomik canlılığını ve büyümesini korsanlıkla sağlamıştı. Hem yelken, hem de kürekle kuzey denizlerinden yola çıkan Viking gemicileri, özel likle Avrupa kıyıları, Akdeniz sahil leri ve Atlantik kıyılarını yüzyıllar boyunca yağmalamışlardı. Ne var ki, onların bu saldırıları organize saldırı lar değildi, Ulyssea gibi karnı doyurmak için saldırıyorlardı.
Akdeniz'de iki koşul isteniyordu:
İyi bir denizci olmak ve İslam dinini kabul etmek...
Özellikle Kuzey Afrika sahillerin de gerçek anlamda korsan devletler ancak 15. ve 16. yüzyıllarda kurul muştu. Tunus, Cezayir gibi kentler, Barbaros ve arkadaşları ile ondan sonra gelen denizcilerin Hıristiyan gemilerinden yağmaladıkları zengin likle olağanüstü bir ticari güce ulaş mışlardı. Tarihçiler, 1613-1621 tarih leri arasında, Cezayir kentine her ay en az 10 korsan gemisinin demir attığını iddia ediyorlar. Bu korsan dev letlerin zenginliği öylesine dilden di le yayılmıştı ki, binlerce macerape rest buralara akın ediyor ve gemiler de görev almak için başvuruyordu. O dönemde, başvuranlardan iki koşul isteniyordu: İyi bir denizci olmak ve İslam dinini kabul etmek...
Avrupa korsanlığı resmileştirmeye baş lıyor: “Devlet Korsancılığı”
Kuzey Afrika'da korsan devletler olgusuna paralel olarak, Avrupa'da da ilginç bir koalisyon ortaya çıkmış tı. Denizlere egemen olmak ve yeni kıtalardan gelen zenginliklerin üzeri ne konmak isteyen bazı monarşiler, korsanlığı resmileştirmeye başlamış lardı. İngilizler ve Hollandalılar, bir süredir savaştıkları korsanları saraylara çağırıp, onlara "yetki belgesi" veriyorlar ve onları kral adına deniz lerde düşman kovalamakta yetkili kı lıyorlardı. Bu aslında, donanma için beş kuruş para harcamadan denizlere sahip olmanın bir başka yoluydu...
Korsanlarla anlaşan krallar ek masraf yapmadan ganimetten pay alıyorlardı
Kral, donanma için ek bir masrafa girmiyor, sadece yağmalanan malı korsanlarla paylaşıyordu. Korsanlar da, yaşamlarını yağlı ipte sona erdir me korkusundan uzakta, kazançlarını kral ile bölüşüyorlardı. Kısacası, ala nın ve verenin memnun olduğu bir "devlet korsancılığı" sistemi kurul muştu.
Korsan kelimesinin kökeni
Bu arada, terminolojide de bir farklılık ortaya çıkıyordu. Kendi adlarına direklere kurukafalı siyah bayrak çekenlere "Pirates", kral adı na gemileri yağmalayanlara da İs panyolca "Corsarios" kelimesinden gelen "Korsan" adı veriliyordu.
Devlet eliyle korsanlık Yeni Kıta'nın keşfiyle birlikte iyice yaygın laşmıştı
İspanyol ve Portekizlilere karşı kullanıldılar
Bu dönem, İngiliz, Fransız ve Hollandalıların, Yeni Kıta'yı yağ malayan İspanyol ve Portekizlilere karşı doğal bir ittifak oluşturdukları dönemdi. Fransız korsan Jean Fleury, 1520 yılından itibaren, Amerika kıtasından geri dönen İspanyol gemi lerine saldırmaya ve yağmalamaya başlamıştı. Önceleri çok büyük ka yıplar veren İspanyollar, bütün gemi leri biraraya topladılar ve yılda bir kez gidiş-geliş düzenlemeye başladı lar. Bu konvoy, çok güçlü silahlarla donatılmış dev kalyonlar tarafından korunuyordu.
İspanyolların dev kalyonları küçük adalarda çaresiz kalıyor,
Karaibler’deki küçük adalar korsan yatağı oluyor
Ancak, İsponyollar çok büyük bir stratejik hata yapmış lardı. Amerika'dan Eski Kıta'ya uza nan deniz yolu üzerinde irili ufaklı çok sayıda ada bulunuyordu. Dev kalyonlar bu sığ ve kayalık sularda manevra kabiliyetini yitirdikleri için, ince ama hızlı korsan gemilerine yetişemiyorlardı. Yük gemilerini yağ malayan korsanlar hızla uzaklaşıp, bu küçük adalara sığınıyorlardı. Ada sayısının çokluğu nedeniyle İspanyol ordusu bu bölgede tam güvenliği ve denetimi kuramıyordu. Nitekim, özellikle altın yüklü İspanyol gemi lerine saldırmak ve yağmalamak öy lesine bereketli bir iş haline gelmişti ki, bir süre sonra dünyanın tüm serserileri ve maceraperestleri Karaibler'deki bu küçük adaları doldurmaya başlamıştı.
Devletle bütün leşmiş ünlü İngiliz korsanlar
Aslında, o günlerde İngil tere'nin Dover, Hasting, Rommey, Mithe ve Sandwich gibi büyük li manları da korsan yatağından başka birşey değildi. Francis Drake, Henry Morgan ve William "Captain" Kidd bu dönemin en ünlü, devletle bütün leşmiş korsanlarıydı.
Kralla işbirliği yapan korsanlar, genel olarak ya İn cil'e, ya da baltaya el basarak yemin ediyorlardı
Korsanların çetin koşullarda yaşa dıkları bir gerçekti ama, bu durumu fazla abartmamak gerekiyor. Çünkü, o dönemde kral himayesinde korsan lık yapanlar, çok katı disiplin kural ları altında eğitilen donanma askerle rinden daha rahattılar. Kralla işbirliği yapan korsanlar, genel olarak ya İn cil'e, ya da baltaya el basarak yemin ediyorlardı.
Kral yaralanan korsana tazminat öderdi.... gözünü kaybe dene 100 altın para…
Korsanlarla kral temsil cileri arasında bir disiplin ve tazmi nat anlaşması bile imzalanırdı. Sa vaşta yaralanan korsanlar, bu anlaş ma çerçevesinde tazminat alırlardı. Bir parmağını, ya da gözünü kaybe dene 100 altın para, sol kolunu kay bedene 500, sağ kolunu kaybedene 600 altın para tazminat ödenirdi. Kaptan, diğer korsanlardan her zaman iki misli daha fazla pay alırdı.
Korsanlık aleminde kaptan statüsü
Ancak, korsanlık aleminde kaptan statüsünün, donanmadaki kaptan su bay statüsünden farklı olduğunun al tını çizmek gerekir. Korsanların kap tanı en küçük bir hata yaptığında em rindeki serseriler ayaklanır ve onu alt ederlerdi. Kaptanlara genellikle iki tür ceza verilirdi: Ya az miktarda yi yecek ve bir tüfekle ıssız bir adaya bırakılırlardı, ya da geminin iskele sinden denize doğru uzatılan bir tah tanın üzerinde saatlerce bekletilirler di.
Karaibler'e dehşet saçan korsanların büyük bir bölümü ya İngilizlerin ya Fransız lar'ın himayesi altındaydı
Yeni Kıta'nın İspanyollar tarafından keşfedildiği dönemde, İngiliz lerle Fransızlar'ın çıkarları denizde çakışmıştı. İspanyollar ve Portekizli ler her ikisinin de ortak düşmanlarıy dı. O günlerde özellikle Karaibler'e dehşet saçan korsanların büyük bir bölümü ya İngilizlerin ya Fransız lar'ın himayesi altındaydı. Kendi he sabına korsanlık yapmak isteyenler ise, en acımasız bir biçimde, şiddetle cezalandırılıyordu. Karaibler'e hakim olan korsanlar arasında da, Hollandalı Lavasseur, yine Hollandalı Lorenzo de Graff ve Fransız François de Grammont gibi isimler ünlüydü...
İspanyol’ları alt eden İngiliz ve Fransızlar için
"Devlet eliyle korsanlık" artık yük olmaya başladı
18. yüzyılın başlarına gelindiğin de, Portekiz ve İspanyol rakiplerini alteden İngiliz ve Fransızlar için, "devlet eliyle korsanlık" verimli bir faaliyet olmaktan çıkmış, ülkenin sır tında bir yük haline gelmişti. 1715 yılında, Hollanda'nın Utrecht kentin de toplanan Avrupa'nın büyükleri, korsanlığı resmen yasadışı ilan ettiler ve kralların hizmetinde çalışan kor sanları donanma içinde eritmeye baş ladılar. Bazı ünlü korsanlar, bu mes leği bırakıp iş hayatına atıldılar ve çok zengin oldular. İşte, günümüzde filmlerde korkunç anlatımlarını izle diğimiz gerçek korsanlar da bu tarih ten sonra ortaya çıktılar.
Dişi korsanlar Mary Read ve Anne Bonney
Bunlar, kendi hesaplarına yelken açan, acımasız maceraperestlerdi. Jolly Roger'ın kurukafalı siyah bay rağı ölümle simgeleşmişti. "İngiliz" takma adlı John Avery, Lafıtte Kar deşler, gaddarlığı dillere destan olan Kaptan Teach ve dişi korsanlar Mary Read ve Anne Bonney bu döneme damgalarını vurmuşlardı. "Karasakal" diye çağrılan Kaptan Teach, Amerikan kolonilerine korku salmış tı. Sık sık bu liman kasabalarına sal dırıyor ve haraç topluyordu.
Korsan avı başlıyor
Ne var ki, "Atları da vururlar" mi sali korsanlık, düzenli ordu sistemine geçen ve belli bir statükoyu yerleşti ren büyük devletler için artık tehlike li ve yok edilmesi gereken bir kurum haline gelmişti. Bu nedenle, efsanevi korsanların büyük bir çoğunluğu do nanmanın sıkı takibinden sonra esir alındılar ve asılarak cezalandırıldılar.
Karaibler’den kaçıp Çin Denizi’ne sığındılar
1730'lara doğru Atlantik Okyanusu'nda ve Karaibler'de korsanlık pra tikte tamamen ortadan kalkmıştı. Donanmanın takibiden kaçmayı ba şaran bazı korsanlar ise, irili ufaklı binlerce adaya sahip olan Çin Denizi'ne sığındılar. Buradan tek tük ge çen İspanyol, İngiliz ve Portekiz ge milerine saldırıp varlıklarını sürdür meye çalıştılar. Kısacası, korsanlığın "Altın Çağı" kapanmıştı. En azından asırlar sonra, 20. yüzyılın son çeyre ğinde Güneydoğu Asya denizlerinde yeniden hortlaymcaya kadar...
Ünlü sigorta şirketi Lloyd, bölgede en az 20 bin kişinin korsanlıkla geçindiğini iddia ediyor
Günümüzde Çinli ve Malezyalı denizcilerin ata mesleği olan korsanlığı tamamıyle terkettikleri söylenemez. Nitekim, bugün bu bölge özellikle yük gemileri için çok büyük tehlike taşıyor. Aralık 1992 tarihinde Malaka Burnu açık larında saldırıya uğrayan Hollanda bayraklı "Baltimar Zephyr" gemisi baskını, korsanların en işlek güzer gahlara kadar yanaştıklarının en büyük delili... Ünlü sigorta şirketi Lloyd, bu bölgede en az 20 bin kişinin korsanlıkla geçindiğini iddia ediyor. Korsanlar, çoğu zaman ani bir baskınla gemi ve mürettebatını esir alıyorlar, değerli malları kendi teknelerine yüklüyorlar ve gemide-kilerin para ve değerli eşyalarını da alıyorlar. Kendilerine direnilmediği takdirde adam öldürmeye pek yanaşmıyorlar. Ancak, çok gaddar ve iyi eğitilmiş olan bu kişiler direnenlere de hiç acımıyorlar. Radar ve ağır silahlarla donatılmış süratli teknelere sahipler, işlerini iyi bildikleri için de bir yük gemisi ni birkaç dakika içinde baştan aşağı yağmalayabiliyorlar...
Çin Denizi, çağdaş korsanlık tehlikesinin bulunduğu tek bölge değil
Son yıllarda, Batı Afrika sa hillerinde de benzer olaylara rastlanıyor. Aynı şekilde, Amerikan si gorta şirketleri Karaibler'de yardım isteyen teknelerden sakınılmasını öneriyor.
Çünkü, korsanlar gemiye çoğu zaman yardım çağrısında bulunan küçük teknelerle yaklaşıyorlar ve aniden saldırıyorlar
Uluslararası Denizcilik Bürosu, bu korsanlarla bazı ye rel yöneticilerin işbirliği içinde ol duğunu ve bazı devletlerin de bu na göz yumduğunu ileri sürüyor. Karaibler'de korsanlığı hızlandı ran bir başka etken de kokain ti careti... Korsanlar kokain taşıdı ğını düşündükleri gemilere saldı rıyorlar ve malı aldıktan sonra tüm mürettebatı öldürüp denize atıyorlar...
Manş Denizini haraca kesen bir Türk korsanı...
KÜÇÜK MURAT REİS:
Murat Reis, Kuzey Afrika'daki Türk korsanları arasında yetişmiş ve zamanla arkadaşları arasında yükse lerek kadırga reisliğinden korsan fi losu komutanlığına kadar yükselmiş ti. Bir süre Batı Akdeniz'de korsanlık yaptıktan sonra, Amerika kıtasına ve Hindistan'a sefer yapan İngiliz, Fran sız, Hollanda, İspanyol, Portekiz ge milerine raslayacağını düşünerek gözünü Atlas Okyanusu'na çevirmiş, böylece 1585'de Kanarya Adaları'na varmıştı. Bu adaları yağmaladıktan sonra Cezayir'e geri dönen Murat Reis, daha sonra 1625'de Manş Denizi'ne ve Bristol yakınlarındaki Lundy adasına saldırdı. Yaklaşık iki yıl kadar Türkler'in elinde kalan bu ada, bu süre içinde Murat Reis'in harekat üssü olmuş, buradan kalkan korsan gemileri Hollanda, Danimarka ve Norveç kıyılarına ka dar akınlarda bulunmuşlardı.
Bu yıllarda, İngiltere'nin güneybatısında bulunan Scilly adaları ci varında 30 kadar Türk korsan gemisi dolaşıyordu, İngiltere hükümeti, bu gemilerin faaliyetlerinden dehşete kapılmıştı. Kıyılara dürbünlü nöbetçiler koymuşlar, köy ve kentleri tahkim etmişlerdi. Plymouth kenti ve limanlarının girişleri zincirlerle kapatılmıştı. Murat Reis, 1627'de Danimarka kıyılarına ve İzlanda adasına da bir baskın yaptı, İzlanda'ya çıkan adamları, bu adadan çok değerli ganimet ve 800 ka dar esirle üslerine döndüler. Daha sonraki yıllarda Lundy adasındaki üssünü boşaltan Murat Reis, Cezayir'e geri döndü ama, Atlas Okyanusu'ndaki korsanlık faaliyetlerine devam etti. İlk seferlerini kadırga gemilerle yapmış olan Murat Reis'in, daha sonraki seferlerini Hollandalılar'dan ele geçen gemilere bakılarak yapılan kabasorta armalı gemilerle yaptığı düşünülmektedir. O tarihlere ait Avrupa kaynakla rında, Hıristiyan korsanlardan "kaba, itaatsiz, alçak" gibi sıfatlarla sözedilmesine karşılık, Murat Reis ve adamlarından "sevimli, nazik, ze ki ve itaatkar" olarak sözedilmesi hayli dikkat çekicidir...